Makaleler

KADINA YÖNELİK ŞİDDET İLE MÜCADELE VE İSTANBUL SÖZLEŞMESİ


Prof. Dr. Aşkın ASAN

Özet

Kadına yönelik şiddet, her şeyden önce bir insan hakları ihlalidir. Tüm Dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadına yönelik şiddet, mücadele edilmesi gereken ciddi bir halk sağlığı sorunu olarak nitelendirilmektedir. Bunların yanı sıra, kadına yönelik şiddet bir kalkınma sorunu olarak da algılanmakta, 2015 tarihinde BM’de kabul edilen Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri, “kadın ve çocuklara karşı her türlü şiddetin sonlandırılması”nı içermektedir. Bu yazıda, önleme, koruma, cezalandırma ve politika geliştirme boyutlarıyla bütüncül bir yaklaşım sergileyen kadına yönelik şiddetle mücadele alanındaki tek uluslararası sözleşme niteliğine haiz olan İstanbul Sözleşmesi’nin öngördüğü politika çerçevesi ile kurumsal yapısı tanıtılmaktadır. Yazıda, devamla, kamuoyunda yoğun tartışmalara konu olan Sözleşmenin çeşitli yönleri, tartışma iddialarına yanıtlar şeklinde ele alınmaktadır. Yazı, İstanbul Sözleşmesi’nin, gelinen noktada temel bir insan hakları ihlali ve halk sağlığı sorunu haline gelen, kadına karşı şiddetin önlenmesine yönelik bütüncül bir çerçeve sunduğu, kurumsal olarak oluşturulan izleme sisteminin, ilgili politikaların uygulanmasına yönelik kanıta dayalı bir politika geliştirme fırsatı da sunmakta olduğu, ayrıca ülkelerin Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine de katkıda bulunduğu vurgulanmaktadır.

Anahtar  Kelimeler:  Kadına  yönelik  şiddet,  insan  hakları,     İstanbul Sözleşmesi, aile içi şiddet, toplumsal cinsiyet, GREVIO.

Abstract

Violence against women is first of all a human rights violation. Violence against women in Turkey as the case in the World is considered as a serious public health problem to be fighting against. In addition, violence against women is also a development problem and the target “End all forms of discrimination against all women and girls everywhere” is quite explicitly included in UN’s 2015 Sustainable Development Goals. This article promotes the

policy framework and its related institutional setting by Istanbul Convention which is the only international convention that takes the combatting against violence against women within context of a holistic articulation of prevention, protection, presecution and policy development. Article furthers several features of the Convention facing intensive public debates with diverse perceptions in terms of questions and answers. This Study concludes that the Convention provides a holistic framework in combatting against violence against women that bocomes a human righst violation and a serious public health problem, and that its institutionalized monitoring system also presents an evidence-based policy implementation, and contributes to the monitoring of the related targets of sustainable development goals of UN.

Key Words: Violence against women, human rights, Istanbul Convention, Domestic Violence, Gender, GREVIO

Giriş

İstanbul Sözleşmesi’nde de belirtildiği üzere, kadına yönelik şiddet, ister kamu ister özel yaşamda meydana gelsinler, söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dahil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri olarak anlaşılmakta olup, her şeyden önce bir insan hakları ihlalidir. Ayrıca, tüm dünyada1 olduğu gibi ülkemizde de kadına yönelik şiddet, mücadele edilmesi gereken ciddi bir halk sağlığı sorunu olarak nitelendirilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü tarafından yapılan bir çalışmada2, Dünya çapında her üç kadından birinin toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin kurbanı olduğunu ortaya koymasından, konunun, günümüzde neredeyse epidemik boyutlarda küresel bir sağlık problemi haline geldiğini açıkça görebilmekteyiz.

Bunun yanısıra, kadına yönelik şiddet aynı zamanda bir kalkınma sorunu olarak da algılanmakta, 2015 tarihinde BM’de kabul edilen Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri, “kadın ve çocuklara karşı her türlü şiddetin sonlandırılması” da içermektedir. Yani, tüm ülkeler, kadına ve çocuklara karşı şiddetin her türlüsünü, sadece azaltmak değil, 2030 yılı itibarıyla, tamamen ortadan kaldırmayı taahhüt etmişlerdir3. Birleşmiş Milletler (BM) Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesinde4 kadına yönelik şiddet, “ister kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik acı veya ıstırap veren ya da verebilecek olan cinsiyete dayalı bir eylem uygulama ya da bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma” şeklinde tanımlanmaktadır. Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi 5, kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti, “bir kadına sırf kadın olduğu için yöneltilen ya da oransız bir şekilde kadınları etkileyen şiddet” olarak tarif etmektedir.

Türkiye’de özellikle 1980’lerden sonra kadına karşı şiddetle mücadele için yürütülen kampanyalarla, kadına yönelik şiddet kamuoyu gündeminde yer almıştır. Aile içinde şiddete maruz kalan kadınların korunması amacıyla 1998 yılında yürürlüğe giren ve 2007 yılında yeniden düzenlenen 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun6, önemli bir dönüm noktasıdır. Söz konusu Kanun ile aile içinde şiddete maruz kalan bireylerin korunmasına yönelik olarak Aile Mahkemesi hakimleri tarafından alınabilecek tedbirler düzenlenmiştir. Ancak uygulamada yaşanan bazı sorunlar ve döneminde artan şiddet olaylarının toplumu ve hükümeti harekete geçirmesi sonucu, ilgili kamu kurum ve sivil toplum kuruluşlarının kapsamlı çalışmaları sayesinde, 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, Dünya kadınlar Günü olarak kutlanan, 8 Mart 2012 tarihinde TBMM Genel Kurulu’nda oy birliği ile kabul edilmiş ve 20 Mart 2012 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir7. 6284 Sayılı Kanunun çalışmaları sırasında, yaklaşık bir yıl öncesinde kabul edilen ve kadına yönelik şiddetin önlenmesinde altın standartlar olarak nitelendirilen8 İstanbul Sözleşmesi ilkeleri de dikkate alınmıştır.

1.      Sözleşmenin İmzalanma Süreci

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından 7 Nisan 2011 tarihinde Strazburg’ta onaylanan “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”, 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılmış ve ilk aşamada Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 18 ülke tarafından imzalanmıştır.

Sözleşme, Türkiye’nin Avrupa Konseyi dönem başkanlığında İstanbul’da imzaya açılmış olması nedeniyle “İstanbul Sözleşmesi” olarak da anılmaktadır. Dönemin TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Sözleşmenin Genel Kurul’da onayı için destek vereceğini, dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, yeni yasanın hazırlanmasında sözleşmeye uyulduğunu,  yine dönemin Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ise, sözleşmeyi şahsi mesele olarak sahiplendiğini ve ilk imzayı ülkemizin attığını kendileriyle yapılan mülakatlarda belirtmişlerdir9. Dönemin Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu yapmış olduğu basın açıklamasında kadına karşı şiddet ile mücadelede önemli bir sözleşmenin imzaya açıldığını ve bu sözleşmenin Türkiye’nin dönem başkanlığında imzaya açılmasının da ayrıca çok değerli olduğunu vurgulamıştır10. Ülkemiz tarafından, TBMM’de, 24 Kasım 2011 tarihinde onaylanan Sözleşme, 8 Mart 2012 tarihinde Resmi Gazete’ de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.11

47 Avrupa Konseyi üyesinden Rusya ve Azerbaycan dışındaki 45’i İstanbul Sözleşmesi’ni imzalamıştır. Bu iki ülke dışında İngiltere’nin de dâhil olduğu 11 ülke Sözleşmeyi imzalamış ancak onaylamamıştır. Diğer 34 ülkede ise, İstanbul Sözleşmesi yürürlüğe girmiştir. Türkiye, Sözleşmeyi çekincesiz olarak ilk imzalayan ülkedir 12.

2.      Sözleşmenin Amacı

Sözleşme’nin amaçları; kadına yönelik her türlü şiddet ve ev içi şiddeti önlemek, kovuşturmak, ortadan kaldırmak, şiddet mağdurlarının korunması amacıyla politika ve tedbirler geliştirmek; kadınlara karşı her türlü ayrımcılığı ortadan kaldırmak amacıyla kadın erkek eşitliğini yaygınlaştırmak, bu alanda uluslararası işbirliğini geliştirmek ve kuruluşların kolluk birimleriyle etkili iş birliği yapmalarını desteklemek olarak ifade edilmiştir. Ayrıca söz konusu amaçların gerçekleştirilmesi için bağımsız uluslararası özel bir izleme mekanizması öngörülerek Sözleşme’nin etkili bir şekilde uygulanması hedeflenmiştir.13

3.      Sözleşmenin Kapsamı

İstanbul Sözleşmesi, “kadına yönelik şiddet” ve “ev içi şiddet” mağdurlarını kapsamaktadır (Madde 3(e)). “Mağdur”, 3. maddenin (a) ve (b) bentlerinde tanımı yapılan “kadına yönelik şiddet” ve “ev içi şiddete” maruz kalan herhangi bir kimse anlamına gelir (Madde 3(e)).

Kız çocukları dâhil, yalnızca kadınlar, kadınlara yönelik şiddet mağduru olabilmesine rağmen erkekler ve erkek çocukları da ev içi şiddet mağduru olabilirler. Sözleşme, ev içi şiddet mağduru olan, yaşı ne olursa olsun çocuk, genç, yetişkin, yaşlı, kadın ve erkek herkesi; ev dışında ise şiddet mağduru olan kadınları kapsamaktadır 14.

4.      Sözleşmenin Önemi

Kadına yönelik şiddetle mücadeleye çok geniş bir perspektiften ve toplumsal cinsiyet boyutuyla bakan bu kapsamlı Belge, konu hakkındaki tek uluslararası sözleşme olma özelliğini haizdir. Sözleşme ile kadına yönelik şiddetle mücadele; önleme, koruma, cezalandırma ve politika geliştirme boyutlarıyla yer almıştır.

Sözleşme kapsamındaki şiddet türleri ev ve aile içi ile sınırlı tutulmayarak toplumsal düzeyde gerçekleşen şiddet ve hamile, yaşlı, engelli, göçmen kadınlar gibi kırılgan gruplara yönelik şiddet türleri de kapsama dâhil edilmiştir. Zorla evlilik, namus cinayetleri ve kadın sünnetine ilişkin tedbirler de Sözleşme kapsamında ayrıntılı şekilde düzenlenmiştir.

Sözleşme hükümleri, devletlere “özen yükümlülüğü” çerçevesinde hareket etme zorunluluğu getirmektedir. Bu kapsamda devlet önleyemediği her tür kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddet vakasından sorumlu tutulacak, tazminat ödemekle yükümlü olacaktır. Şiddet sonucu doğan maddi veya manevi zararın, saldırgan tarafından karşılanamaması hâlinde, zarara uğrayana devlet tarafından tazminat ödenecektir. Şiddet sonucu sağlığı bozulan bireylere devlet tarafından ücretsiz sağlık ve sosyal hizmet sağlanacaktır.

Sözleşme’nin imzalanmış olması, Türkiye’nin kadına yönelik şiddetle mücadeledeki kararlılığını göstermesi bakımından büyük önem arz etmektedir. Sözleşme ile öngörülen birçok yükümlülüğün, o dönem hazırlıkları devam eden 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ile karşılanmakta olduğunu söylemek mümkündür.15

5.      Benzer Alanlardaki Diğer Sözleşme ve Uluslararası Belgeler Açısından Durum

Sözleşme, Sözleşmeye Tarafların taraf olduğu veya olacağı ve bu Sözleşme kapsamında düzenlenen konularda hükümler içeren diğer uluslararası belgelerden kaynaklı yükümlülükleri etkilemez. Bu kapsamda AİHM’e başvuruda bulunulmasına engel teşkil eden bir durum söz konusu değildir. (Madde 71)

Sözleşme’nin hükümleri, kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadelede kişilere daha uygun haklar sağlayan iç hukuk hükümlerine ve yürürlükte olan veya yürürlüğe konabilecek olan bağlayıcı uluslararası belgelere halel getirmez. (Madde 73)

6.      Sözleşmenin Uygulanmasının İzlenmesi

  • Uzmanlar Grubu’nun (GREVIO) Oluşturulması

Sözleşme’nin Taraflarca uygulanmasını izlemek üzere Sözleşme’nin yürürlüğe girmesinden kadınlara yönelik şiddetle ve aile içi şiddetle mücadele konusunda uzmanlar grubu (group of experts on action against violence against women and domestic violence – bundan böyle “GREVIO” olarak anılacaktır) oluşturulmuştur. GREVIO, başta 10 üyeden oluşmaktaydı ve Sözleşmeyi onaylayıp uygun bulan ülkelerin sayısı 25’e ulaştığında GREVIO’ya 5 üye daha seçilmiştir. GREVIO üyeleri, Sözleşmeye taraf olan ülkeler tarafından aday gösterilmekte ve Sözleşmeye taraf ülkelerin oluşturduğu Taraflar Komitesi tarafından seçilmektedir16.

Sözleşme’nin 66. Maddesine göre GREVIO üyelerinin seçiminde aşağıdaki şartlar gözetilmektedir:

  • Üyeler insan hakları, toplumsal cinsiyet eşitliği, kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddet veya mağdurlara yardımcı olma veya onları koruma konularında yetkinlikleri kabul edilmiş veya bu Sözleşmenin kapsadığı alanlarda mesleki deneyim sahibi olmalıdır.
  • GREVIO’da aynı ülke vatandaşı iki üye
  • Üyeler, kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddet alanı ile ilgili kişileri ve kurumları temsil
  • Üyeler kendi kişisel özellikleriyle katılacaklar, görevlerini yerine getirirken bağımsız ve tarafsız davranacaklar ve görevlerini etkili bir şekilde yerine getirmeye müsait olacaklardır.

6.2.  İzleme Usulleri ve GREVIO’nun Çalışma Yöntemi

GREVIO’nun çalışma yöntemi ile Sözleşme’nin uygulanmasının ve izlenmesinin nasıl yapılacağına ilişkin usuller, Sözleşme’nin 68’inci maddesinde düzenlenmiştir.

Taraf ülkeler, GREVIO’nun önceden belirlediği usule göre Sözleşme’nin uygulanmasına ilişkin yaptıkları yasal düzenlemeler ile diğer önlem ve politikaları içeren bir rapor hazırlayarak GREVIO’ya sunmaktadırlar. GREVIO, bu raporu taraf ülkenin temsilcisi ile birlikte değerlendirmektedir. Değerlendirme döneminin uzunluğu ile kullanılacak araçlar GREVIO tarafından belirlenmektedir. GREVIO, tüm taraf devletler için standart bir anket formu hazırlayabilmektedir. Taraf devletler, bu anket formunda GREVIO tarafından istenilen bilgileri sunmaktadır.

GREVIO, söz konusu raporun oluşturulması sürecinde, taraf devletlerin ilettiği bilgilerin yanı sıra sivil toplum örgütleri, Sözleşme’nin kapsamı dâhilinde çalışan uluslararası ve bölgesel kuruluşlardan da bilgi alabilmektedir. Her ne kadar CEDAW’da olduğu gibi sivil toplum örgütlerinin ülke raporuna paralel bir gölge rapor hazırlamaları öngörülmemişse de GREVIO’nun sivil toplum örgütlerinden ve diğer uluslararası kuruluşlardan bilgi alabileceği ve bunlardan yararlanabileceği Sözleşme’de düzenlenmiştir (Madde 68 (5) ve (6)). GREVIO, ayrıca, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserinden, Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesinden ve Avrupa Konseyi’nin bu konuda özelleşmiş birimlerinden bu Sözleşmenin uygulanması hakkında bilgi edinebilmektedir (Madde 68 (8)).

GREVIO, taraf ülkeler, sivil toplum örgütleri, uluslararası kuruluşlar veya Avrupa Konseyi’nin ilgili birimlerinden elde ettiği bilgileri yetersiz bulduğu takdirde ulusal makamların iş birliği ile taraf ülkelere ziyaret düzenleyebilmektedir.

Sürecin devamında, GREVIO, sözleşme hükümlerinin uygulanmasına ilişkin incelemelerinin yer alacağı bir rapor taslağı hazırlamakta; bu taslakta, tespit edilmiş sorunları söz konusu tarafın ne şekilde ele alması gerektiğine ilişkin önerilere yer verilmektedir. Bu rapor taslağı, hakkında değerlendirme yürütülen tarafa, yorumlarını almak üzere iletilmektedir. Tarafların yaptığı yorumları esas alarak GREVIO, raporu ve bu Sözleşme hükümlerini uygulayabilmek amacıyla taraf ülkenin aldığı tedbirlere ile Tarafa ve Taraflar Komitesine gönderilmektedir. GREVIO’nun raporu ve varılan sonuçlar, söz konusu tarafın olası yorumlarıyla birlikte, kabul edildikten sonra kamuya açıklanmaktadır (68. (10) ve (11)).

GREVIO’nun taraf ülkeye ilişkin raporunu tamamlamasının ardından Taraflar Komitesi, rapora ve GREVIO’nun vardığı sonuçlara dayanarak taraf ülkeye tavsiyeler de bulunabilmektedir. Taraflar Komitesi ayrıca uygulamaya ilişkin bilgilerin verilmesi için taraf ülkeye belli bir süre de tanıyabilmektedir. Taraflar Komitesi, GREVIO’dan farklı olarak izlemenin siyasi boyutunu oluşturur.

Sözleşmenin uygulanmasını izlemek için hazırlanan bu düzenli raporların yanı sıra derhâl müdahale gerektiren sorunların bulunduğunu gösteren güvenilir bilgiler ulaştığında GREVIO alınan tedbirlere ilişkin acil bir rapor isteyebilmektedir. Ayrıca GREVIO, bir veya daha fazla üyesini konuya ilişkin soruşturma yapmak için görevlendirebilir ve taraf devletin rızasıyla hakkında soruşturma yapılan taraf devlete ziyaret düzenlenebilir. Soruşturma neticesinde edinilen bulgular, taraf devlete ve gerek görülmesi hâlinde Taraflar Komitesi ile Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne iletilebilecektir.

Son olarak GREVIO, Sözleşmenin uygulanmasına ilişkin hukuki olarak bağlayıcı olmayan genel tavsiyeler kabul edebilmektedir. (Madde 69).

Söz konusu Sözleşmenin uygulamasının izlenmesi süreci ile ortaya konan Ülke Raporları ve veriler, ülkelerin, BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri arasındaki ilgili hedefin izlenmesi amacıyla da kullanılabilir nitelikte olup Sözleşmenin bir diğer olumlu dışsallığını da oluşturmaktadır 17.

7.      Sözleşmenin Getirdiği Yenilikler 

Bu Bölümde, Sözleşmenin kadına yönelik şiddeti önleme amacıyla getirdiği bir dizi yenilik listelenecektir18. İstanbul Sözleşmesi, Avrupa’da kadına yönelik şiddet konusunu insan hakları bağlamında ele alan, bağlayıcılığı ve yaptırım gücü olan ilk sözleşmedir. Kadınlara yönelik şiddet bir insan hakları ihlali ve ayrımcılık türü olarak kabul edilmektedir.

  •  
  • Sözleşmede kadınların “her türlü şiddet” ten korunmasından bahsederken, bir yandan uluslararası belgelerde de genel kabul görmüş fiziksel, psikolojik, cinsel, ekonomik şiddet türlerine atıf yapılırken; diğer taraftan özel veya kamusal alanda meydana gelmesine bakılmaksızın zorla evlilikler, kadın genital mutilasyonu, zorla düşük yaptırma ve zorla kısırlaştırma gibi şiddetin farklı görünümlerini içeren fiiller Sözleşme kapsamında suç olarak açıkça tanımlanmıştır.
  •  
  • Sözleşme ile getirilen bir diğer önemli düzenleme kuşkusuz devletlerin özen yükümlülüğüdür. Bu yükümlülük ile devletler kadına yönelik şiddet eylemlerini, bu eylemler ister devlet ister özel şahıslar tarafından gerçekleştirilmiş olsun, önlemek, soruşturmak ve ulusal mevzuata göre cezalandırmak için gerekli özeni göstermeye davet.
  •  
  • Sözleşme ile konuya ilişkin yasalarda ve hizmet sunumunda geliştirilmesi gereken standartlar belirlenmiş, taraf devletlere şiddet olgusuyla mücadelede kanıtlara dayalı politikalar geliştirilmesinin bir aracı olarak veri toplama ve Sözleşme’nin etkinliğini izlemek amacıyla konu hakkında yapılan araştırmaları destekleme yükümlülükleri getirilmiştir.
  •  
  • Sözleşme’nin bir diğer önemli yeniliği, kadına yönelik şiddetin önlenmesi (prevention), mağdurun korunması (protection), şiddet uygulayanın cezalandırılması (prosecution) ve konuya ilişkin bütüncül devlet politikalarının geliştirilmesi (policy) başlıklarından oluşan 4P ile formüle edilen bir yaklaşım ile hazırlanmış olmasıdır. Bu açıdan Sözleşme şiddetin çok yönlü ve bütüncül bir yaklaşımla üstesinden gelinebileceğine dair önemli ve bağlayıcı bir kaynaktır.

8.        Sözleşme ile Tanımlanan Suçlar

Sözleşme ile aşağıda sıralanan suçlara karşı gerekli tedbirlerin alınması amacıyla sözleşme tarafı ülkeleri sorumlu tutmaktadır:

Psikolojik, fiziksel, cinsel ve ekonomik ev (aile) içi şiddet,

Taciz amaçlı takip

Cinsel taciz

Cinsel saldırı dâhil cinsel şiddet

Zorla evlendirme

Kadın sünneti

Zorla kürtaj ve zorla kısırlaştırma

9.      Sözleşmeye Yöneltilen Eleştiriler ve Bu Eleştirilere Verilen Yanıtlar

Yukarıda ayrıntılı olarak ele alınan İstanbul Sözleşmesi, uluslararası bir sözleşme olmasından ileri gelen niteliği gözetildiğinde, ilgili hükümlerinin, ulusal mevzuat düzenlemelerinde dikkate alınması yeterli olmayıp, aynı zamanda, yoğun bir farkındalık ve bilgilendirme faaliyetlerini de gerektirmektedir. Bu bölümde, sözkonusu farkındalığın geliştirilmesine katkı amacıyla, kamuoyunda yoğun tartışmalara konu olan Sözleşmenin çeşitli yönleri, tartışma iddialarına yanıtlar şeklinde ele alınmaktadır.

İDDİA: “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Kavramı Toplumdaki geleneksel cinsiyet algısını Bozmak ve Ahlaki Bozulmayı Meşrulaştırmak İçin İcat Edilmiş Bir Kavramdır.”

CEVAP: Toplumsal cinsiyet eşcinsellik ya da cinsiyetsizleştirme değildir. Biyolojik cinsiyetin inkârı veya yok sayılması anlamına da gelmez. Toplumsal cinsiyet kavramı; kadın ve erkeğe kültürlerin, toplumların yüklediği rol ve görevleri ifade etmek için kullanılır. İstanbul Sözleşmesinde ilgili ülkenin kadın ve erkekler için belirlediği roller olarak açıkça tanımlanmıştır.

Toplumsal cinsiyet eşitliği ise kadın ve erkeğe eşit fırsat verilmesi anlamına gelir. Toplumsal cinsiyet kavramındaki “cinsiyet” kelimesi sadece kadını ve erkeği işaret eder. Bu ibare ile üçüncü bir cinsiyet kastedilmez.

Belirli bir toplumda kadına ve erkeğe yüklenen rol ve görevlerin dağılımı her zaman adil ve insan onuruna yakışır şekilde cereyan etmeyebilir. Söz konusu rollerin kadın veya erkek açısından mağduriyet oluşturduğu anda toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı devreye  girer ve adaleti sağlamaya çalışır.

Örneğin başlık parası, kız çocuklarının okutulmaması gibi uygulamalar, “saçı uzun aklı kısa”, “elinin hamuruyla erkek işine karışmama” gibi söylemler kadın açısından adil olmayan ve insan onuruna yakışmayan toplumsal cinsiyet unsurlarıdır. Toplumsal cinsiyet eşitliği kurumu bu tarz söylem ve uygulamalarla mücadele etmeyi amaçlamaktadır.

İDDİA: “İstanbul Sözleşmesi’nin Amacı Aile Kurumunu Zayıflatmaktır.”

CEVAP: İstanbul Sözleşmesi’nin amacı Sözleşmenin 1. Maddesinde açıkça düzenlenmiştir. Buna göre Sözleşmenin amacı kadınları her türlü şiddetten, her türlü ayrımcılıktan korumak ve şiddet mağdurlarını desteklemektir.

İDDİA: “Sözleşme LGBT Tarzı Davranışları Meşrulaştıran İlişkin Hükümler İçermektedir.”

CEVAP: Sözleşme, üçüncü bir tür oluşturmaya ya da LGBT’yi hukuk normu olarak belirlemeye veya teşvik etmeye yönelik herhangi bir hüküm taşımamaktadır.

İDDİA: “Sözleşme’nin 12. Maddesi örf adet ve geleneklerimizi ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır.”

CEVAP: Sözleşme’nin 12. Maddesi son derece açıktır. Maddeyle ortadan kaldırılmak istenen, kadını aşağılayan, onu ikinci sınıf olarak gören töreler, gelenekler, kalıp ön yargılar ile buna benzer diğer tüm uygulamalardır.

İDDİA: “Sadece kadının beyanı ile başka hiçbir delil olmaksızın erkek hapse atılmaktadır.”

CEVAP: Kadının değil mağdurun beyanı esastır. Mağdur erkek de olabilir. Diğer taraftan; beyanının esas alınması ilkesi yargılama ve hüküm aşamasında geçerli değildir. Şiddete uğrayan kadın ve çocukların mağdur edilmemesi için verilen geçici maddi yardım yapılması, barınacak yer sağlanması, danışmanlık hizmeti verilmesi gibi tedbir kararlarının verilmesinde kadının beyanı esas alınmaktadır. Tedbir aşamasından sonraki hukuki süreç işlemeye devam eder.

İDDİA: “Sözleşme’nin hedefi ahlaken yozlaşmış bir toplum oluşturmaktır.”

CEVAP: Sözleşme’nin tek hedefi vardır: Bu hedef de; toplumda kadına yönelik şiddeti ve aile içi şiddeti tamamen ortadan kaldırmaya dönük bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesini sağlamaktır.

İDDİA: “Sözleşmenin 4. Maddesi Eşcinselliği Hukuki Korumaya Almaktadır.”

CEVAP: Öncelikle maddenin başlığı ve 1. fıkrası net bir şekilde maddenin çerçevesini çizmekte amacını ve kapsamını ifade etmektedir. Buna göre maddenin temel amacı herkesin özellikle de kadınların hem kamusal hem de özel alanda şiddete maruz kalmaksızın yaşamalarını sağlamaktır.

Maddenin kapsamına ise bütün insanlar girmektedir. Zaten herhangi bir insanın şiddetten korunma şemsiyesinin dışında tutulması düşünülemez.

Yukarıda belirttiğimiz gibi 4. maddenin temel hedefi istisnasız herkesin şiddetten korunmasını sağlamaktır. Madde bu konuda herhangi bir insanın herhangi bir nedenle ayrımcılığa tabi tutulmasını yasaklar.

Maddenin 3. fıkrası ise cinsiyet, ırk, renk, din, dil, mültecilik, cinsel yönelim, mülk, medeni hal; gibi konuyla ilgili potansiyel ayrımcılık nedenlerini örnekleyerek saymıştır. Görüleceği üzere maddede geçen “cinsel yönelim” ibaresi sadece insanların sırf bu gerekçeyle şiddete maruz kalmalarını önlemek amacıyla kaleme alınmıştır.

Maddede geçen “cinsel yönelim” ibaresi eşcinselliğe ilişkin hiçbir değer yargısı içermemektedir.

Sonuç

Kadına yönelik şiddet, her şeyden önce bir insan hakları ihlalidir. Ayrıca, tüm Dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadına yönelik şiddet, mücadele edilmesi gereken ciddi bir halk sağlığı sorunu olarak nitelendirilmektedir. Bunların yanısıra, kadına yönelik şiddet, aynı zamanda bir kalkınma sorunu olarak da algılanmakta, 2015 tarihinde BM’de kabul edilen Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri, “kadın ve çocuklara karşı her türlü şiddetin sonlandırılması”nı da içermektedir.

Bu yazıda, önleme, koruma, cezalandırma ve politika geliştirme boyutlarıyla bütüncül bir yaklaşım sergileyen kadına yönelik şiddetle mücadele alanındaki tek uluslararası  sözleşme niteliğine haiz olan İstanbul Sözleşmesi’nin öngördüğü politika çerçevesi ile kurumsal yapı tanıtılmıştır. Ayrıca, Sözleşmenin önemli yanları, getirdiği yenilikler de ayrıntılı olarak tartışılmıştır.

 

İstanbul Sözleşmesi’nin belki de en önemli özelliğini, günümüzde neredeyse epidemik boyutlarda küresel bir sağlık problemi haline gelen, kadınlara yönelik şiddetin, bir insan hakları ihlali ve ayrımcılık türü olarak kabul edilmesi oluşturmaktadır.

Sözleşme ile getirilen bir diğer önemli düzenleme kuşkusuz devletlerin özen yükümlülüğüdür. Bu yükümlülük ile devletler kadına yönelik şiddet eylemlerini, bu eylemler ister devlet ister özel şahıslar tarafından gerçekleştirilmiş olsun, önlemek, soruşturmak ve ulusal mevzuata göre cezalandırmak için gerekli özeni göstermeye davet edilmektedir.

Bu yönleriyle, İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddetin önlenmesine dair sadece sadece önleme, koruma ve cezalandırma hükümleri içermemekte, ayrıca politika geliştirmeye yönelik bir kurumsal çerçeve de ortaya koymaktadır.

Son olarak, İstanbul Sözleşmesi, gelinen noktada temel bir insan hakları ihlali ve halk sağlığı sorunu haline gelen, kadına karşı şiddetin önlenmesine yönelik bütüncül bir çerçeve sunmakta, kurumsal olarak oluşturulan izleme sisteminin, ilgili politikaların uygulanmasına yönelik kanıta dayalı bir politika geliştirme fırsatı da sunmakta olup, ayrıca Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerinin yakalanmasına yönelik izleme sistemine de katkıda bulunmaktadır.

1 WHO, “Global and regional estimates of violence against women: prevalence and health effects of intimate partner violence and non-partner sexual violence”. World Health Organization, Geneva, 2013. http://apps.who.int/iris/bitstream/10665/85239/1/9789241564625_eng.pdf

2 Deborah A. Fry, Stuart P. ,“Elliott, Understanding the linkages between violence against women and violence against children”, The Lancet Global Health Vol. 5(5):472-473, 2017. https://www.thelancet.com/journals/lanpsy/article/PIIS2214-109X(17)30153-5/fulltext

3 UN General Assembly, Transforming our world: the 2030 agenda for sustainable development. Seventieth Session. 2015. https://sustainabledevelopment.un.org/post2015/transformingourworld/publication

4 BM Genel Kurulunun 22 Aralık 2003 tarihli toplantısında aldığı 58/147 sayılı ”Kadınlara Karşı Aile İçi Şiddetin Ortadan Kaldırılması” Konulu Kararı

5 CEDAW Komitesinin 35 Nolu Tavsiye Kararı (2017) ile Güncellenmiş 19 Nolu Tavsiye Kararında (1992) 6 Mevzuat Bilgi Sistemi, 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun, 1998. E-Mevzuat erişim: 01.09.2019 https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/5.5.4320.pdf

7 Mevzuat Bilgi Sistemi, 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, 1998. E-Mevzuat erişim: 01.09.2019 https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.6284.pdf

8 UN Women, “The Istanbul Convention: strengthening the response to ending violence against women”, 2013. https://www.unwomen.org/en/news/stories/2013/3/the-istanbul-convention-strengthening-the-response-to- ending-violence-against-women

9 Mehveş Evin, “Kadınlara müjde: İstanbul sözleşmesi onaylanacak!”, 16.10.2011. http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/mehves-evin/kadinlara-mujde-istanbul-sozlesmesi-onaylanacak-1451240

10 Dış İşleri Bakanlığı,”Sayın Bakanımızın Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland ve Ukrayna Dışişleri Bakanı Konstantin Grişenko ile Avrupa Konseyi Dönem Başkanlığı Devir Teslim Töreni Sonrasında Gerçekleştirdikleri Ortak Basın Toplantısının metni”, 11.05.2011. Erişim: 02.09.2019. http://www.mfa.gov.tr/sayin-bakanimizin-avrupa-konseyi-genel-sekreteri-thorbjorn-jagland-ve-ukrayna- disisleri-bakani-konstantin-grisenko-metin.tr.mfa

11 Bakırcı, Kadriye, “İstanbul Sözleşmesi”, Ankara Barosu Dergisi, 2015/4, s.133-204.

12 Sözleşme’yi imzalayan ülkelerin tam listesi için bkz. Council of Europe, “Chart of signatures and ratifications of Treaty 210”, Erişim:29.10.2019, https://www.coe.int/en/web/conventions/full-list/-/conventions/treaty/210/signatures

13 Duran, Ezgi ERGÜNEŞ, İstanbul Sözleşmesi’nin İç Hukuk Bakımından İncelenmesi Ve Sözleşme’nin Uygulanmasında Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünün Rolü, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Uzmanlık Tezi, Ankara, 2014, s32.

14 Bakırcı, Kadriye, “İstanbul Sözleşmesi”, Ankara Barosu Dergisi, 2015/4, s.139.

15 Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Uzmanlarınca Hazırlanan İstanbul Sözleşme Hakkında Bilgi Notu, 13.06.2012, Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Arşivi.

16 1 Ağustos 2014’te başlayan ilk döneminde, Sözleşmenin hazırlayıcılarından olan Prof. Dr. Feride Acar, ülkemizin adayı olarak GREVIO üyesi seçilmiş ve ilk beş yıllık dönemde de GREVIO başkanlığını yürütmüştür. Uzmanlar Grubunun yenilenen 10 üyesine yönelik seçimler 1 Nisan 2019 tarihinde Strazburg’da düzenlenmiş ve ülkemiz adayı Prof. Dr. Aşkın Asan GREVIO üyeliğine seçilmiştir. Dış İşleri Bakanlığı. “No: 86, 1 Nisan 2019, Prof.Dr. Aşkın Asan’ın GREVIO Üyeliğine Seçilmesi Hk. Duyurusu”. http://www.mfa.gov.tr/no_86_-askin-asan-in-grevio-uyeligine-secilmesi-hk.tr.mfa

17 UN. “Sustainable Development Goals – Goal 5 Achieve gender equality and empower all women and girls / Target and Indıcators”. 2015. https://sustainabledevelopment.un.org/sdg5

18 Duran, 2014: 32 ve devamı.


 

KALABALIKLARLA YÜRÜYEN KADINLAR

sare-yılmaz-roportaj-slider

İstanbul Ticaret Üniversitesi Kadın ve Aile Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Doç. Dr. Sare Aydın Yılmaz’ın Bilim Evi Kadın dergisinde yayınlanan makalesi:

Dalgalara karşı yüzmeye çalışan lider kadınlar kimi zaman başladıkları noktaya geri döndüler, kimi zaman da canları pahasına savaşmaya devam ettiler. Fakat en önemlisi diğer kadınlara yapılabileceğini gösterdiler. Bu yüzden yalnız değillerdi. Ne olursa olsun onların verdiği ilham ile kalabalıklar onlarla birlikte olmaya devam ediyor.

Toplumsal değişim ve dönüşümler kendi doğal süreci içerisinde gerçekleşebildiği gibi bazen bu değişimler kadınlar tarafından azimle, mücadeleyle en önemlisi iktidarın cinsiyetçi ayrımcı politikalarına karşı durarak, arkalarından sürükledikleri kitlelerle toplumun, tarihin önünü açmaları sayesinde olmuştur. Bu kadınlara önden yürüyenler dediğimiz gibi kalabalıklarla yürüyenler de diyoruz. İşte bu yazıda bu kadınlardan üçüne yer veriyorum. Millî Mücadele’mizin simge isimlerinden Halide Edib Adıvar, ABD’nin siyahi ırklara yönelik uyguladığı nefrete karşı başkaldıran Rosa Parks ve dünya siyasi tarihinin yakından tanıdığı ülkesinin ilk kadın başbakanı Benazir Bhutto. Bu kadınların en önemli ortak özelliği, kalabalıklarla birlikte yürümeleridir.

Kadınların İlk Hak Talepleri

Kadınlar toplumsal hayatta varoluş mücadelesini insanlık tarihi boyunca sürdürmüşlerdir. Zaman zaman başkaldırılarla su yüzüne çıkmaya çalışmışlarsa da hiçbir zaman tam anlamıyla bu var oluşun fitili ateşlenememiştir. Günümüz modern kazanılmış kadın hakları tarihine Batı penceresinden baktığımızda, 1800’ler ilk defa kadınların örgütlenmeye ve temel haklar mücadelesi için sokaklara indikleri dönemdir. Kadınların cinsiyet temelli maruz kaldıkları haksız muamelelere karşı verdikleri mücadelenin, Avrupa’da başlayan sivil özgürleşme hareketiyle birlikte ivme kazandığını da unutmayalım. Kadınların bu mücadelesini ateşleyen alt yapı Fransız Devrimi’nde oluşmaya başlamış ve devrimin bir getirisi olan eşitlik (egalite) fikri ile birlikte şekil almıştı.

Kadınların ilk kıpırdanışları ve ilk hak talepleri, elbette kurulu düzene karşı bir tehlike olarak görülmüştü. Erk düzen kendisine ortak olma potansiyeli taşıyan bu kadınlara karşı verdiği cevap, onları görmezden gelerek dışlamak olmuştu. Hem siyasi hem de ekonomik dinamiklerinin kabuk değiştirmeye başladığı 19. yüzyıl dünyasında kadınların varoluş mücadelesi, böylesine bir atmosferde çok zordu. Hareketi başlatan bu kadınlar, ancak evlendikten sonra belirli bir statüye sahip olabiliyorlar, eğitime sınırlı şekilde erişebiliyorlar ve sanayi devrimi ile birlikte çok ağır koşullarda uzun saatler çalıştırıyorlardı.

Eşitlik Arayışı Eşitsizliğin Çözümü

Fransız Devrimi’ne geri dönersek, eşitlik, kardeşlik ve özgürlük ilkeleri uğruna birçok kadın ve erkek beraber yürümüştü. Fakat bu evrensel ilkelerin muhatabının sadece erkekler olduğunun anlaşılması üzerine devrimin öncü kadınları 1791’de “Kadının ve Kadın Yurttaşın Haklar Bildirgesi”ni yayımlamışlardı. Bildiri “toplumun sefaletinin ve siyasal iktidarın ahlaki bozulmuşluğunun başlıca nedenlerinin, kadınların haklarının tanınması, unutulması ya da göz ardı edilmesi olduğunu” söylemekteydi. Bu ifadelerin yanında bildiri, ayrıca yasa yapıcı mekanizmaya kadının dâhil edilmesini belirtiyor, yasalar karşısında kadın ve erkek fark etmeksizin eşit haklara sahip olması gerektiğini söylüyor ve kamu hayatında bütün makam ve mevkilerde eşit olarak kabul edilmesini vurguluyordu. Kıtanın öbür tarafında ise; 19 yüzyıl ortalarında sanayi devrimi ile birlikte kadın işçilerin örgütlenmesi başlamış, sonradan oy hakkı isteme gibi bir hedefe doğru gitmişti.

Kadın hakları hareketinin başlangıcına geniş çerçeveden baktığımızda, kadınların siyasal eşitlik taleplerinin önemli bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla kadın hakları hareketinin öncü isimleri hem bu hareketin bir parçası olmuş hem de dönemlerinin önemli siyasi figürleri haline gelmişlerdir. Toplumlarında büyük değişim ve dönüşümlere yol açmış, kalabalıkları arkalarından sürüklemiş bu kadınları, kadın hareketinin bir parçası olarak görmemek yanlış olur. Siyasal düzlemdeki eşitlik arayışı aynı zamanda kadının cinsiyetinden ötürü maruz kaldığı eşitsizliğin çözümü olarak da görülmüştü.

Halide Edip Etkisi

Bu mücadeleyi fikren benimsemiş, ancak kendi öz millî ve manevi kimliğinden, kültüründen ödün vermeden varoluş mücadelesi veren kadınlardan biri olarak Halide Edip Adıvar, Cumhuriyet devrinin tartışılmaz en etkin kadın önderlerinden biridir. Adıvar’ın kadın hakları mücadelesinin temelleri Amerikan Koleji yıllarında klasik eğitimin yanında, kadın erkek eşitliği üzerine aldığı derslerde atılmıştı1. Doğu değerlerinin hâkim olduğu bir aile atmosferi içinde yetişmişken, Batı temayüllü bir eğitim alması, dünya görüşünün şekillenmesine ve çok boyutlu bakabilmesine yardımcı olmuştu. II. Meşrutiyet’i takip eden yıllarda Halide Edib Adıvar’ında kurucuları arasında yer aldığı Teal-i Nisvan Cemiyeti (Kadınların Durumunu Yükseltme Derneği) kurulmuştu. Osmanlı’da kadın ve erkek arasında eşitliği savunan ilk dernek olarak Teal-i Nisvan Cemiyeti evliliği yasal bir çerçeveye bağlamaya çalışmış, esnaflar odasına üye olamayan ve erkeklere göre yarı yarıya düşük yevmiye alan kadınlar için siyasi düzenleme girişiminde bulunmuştu. Adıvar konuşmasında, kadın hareketinin ilerlemesinin yavaş ama zincirleme bir şekilde olacağını dile getirmiş ve “Bugün bu saat ben size böyle hitap ederken, siz beni dinlerken şüphesiz biz de tarih yapıyoruz… Bu tarihçeyi torunlarımız bir konferans dolduracak kadar uzun ve iftiharla yaptıkları zaman bizim aciz fakat iyi niyetle ve samimiyetle dolu bin müşkülatla elde edilen mücadelemizden de bahsedeceklerdir” diyerek bizlere seslenmişti. Halide Edib, Balkan Savaşı yıllarından Kurtuluş günlerine kadar kadın erkek demeden tüm halkın örgütlenmesinde başı çekmişti. Kürsülerden halka sesleniyor, mücadelenin karanlık günlerinde millî şuuru arttırmak için yazılar yazıyor, cephelerde hastabakıcılık yapıyor, bir yandan insanlara moral veriyordu. “Kadınların büyük işlere karışmaz anlayışı artık geride kalmıştır. Milletin kadınları ilk defa milletin hakiki anası ve efradı gibi bu felakete çare bulmak için bir araya toplanıyor”2 sözleriyle evlerinden çıkıp erkeklerle yan yana savaşan, cepheden cepheye koşan kadınları anlatıyordu. Bugün Türkiye’de kadın hakları hareketinin öncü isimlerinden birisi olmasını sağlayan meşhur Sultanahmet Mitingi’nde yaptığı konuşma son derece önemlidir, “Bütün milletlerin haklarını kazanacağı gün çok uzak değildir. O gün geldiği zaman bayraklarınızı alınız, bu maksat için canlarını veren kardeşlerimizi ziyaret ediniz. Şimdi yemin edin ve benimle birlikte tekrarlayın: yüreğimizdeki mukaddes heyecan, milletlerin hakları ilan edilinceye kadar devam edecektir.” diyen Adıvar, millî şuuru ayyuka kaldırarak cinsiyetlerin ötesinde bir duruş sergilemişti. Bir kadın olarak bu gün bile zamanın çok ilerisinde davranan Halide Onbaşı’nın bu tavrı, Türkiye’de kadın meselesine daha farklı bir noktadan bakmamız gerektiğini hatırlatıyor. Elbette ki, savaş dönemi son bulup, zaferi elde ettikten sonra, sadece Halide Edib değil, nice isimsiz kahraman kadının varlığı sayesinde bugünlere geldiğimizi de unutmamız gerekiyor.

Rosa Parks, Feminizmi Sorgulattı

İçinde yaşadığı toplumun değerlerini temelden sarsan bir diğer kadın, teninin rengine aldırmadan hakkını arayan Rosa Parks’tır. 1950’li yılların Amerika’sında siyahiler beyazlarla aynı çeşmeden su içemiyor, aynı kütüphaneden kitap alamıyor ve beyazların eğitim gördüğü okullara gidemiyor, aynı mahallelerde yaşayamıyorlardı. Bütün bunlarla birlikte otobüslerde beyazlara yer vermeleri gerekiyor, şayet yer yoksa inip başka bir otobüsün gelmesini beklemek zorunda kalıyorlardı. Böyle bir atmosferde işten çıktığı sıradan bir günde siyahi bir kadın, otobüste beyaz bir adama yerini vermeyerek düzene, ayrımcılığa ve ırkçılığa karşı başkaldırmıştı. O sırada otobüste siyahi erkeklerde vardı ama içlerinden bir kadın, “Bu utanç dolu muamelenin yolcusu olmayacağım” dedi. O fitili ateşleyen Rosa Parks’dan başkası değildi.

Rosa Parks, bu olaydan sonra yasaları çiğnediği gerekçesi ile tutuklandı ve devam eden günlerde siyahilerin örgütlenerek 381 gün sürecek olan boykotun başlamasına sebep oldu. Sonucunda otobüslerde ırk ayrımcılığına izin veren yasa değiştirildi. Rosa Parks’ın bu eylemi ile Amerika’da siyahilerin sivil haklar anlamındaki mücadeleleri ivme kazanmıştı. Her türlü eşitsizliğe ve adaletsizliğe karşı başlatılan sivil haklar hareketi, kadına yönelik ayrımcılığa karşı mücadeleyi de kapsıyordu. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’da içi boşaltılmış bir kadın imajı servis edilmeye başlanmıştı.

Beyaz, sarışın, güzel ve kendini eşi üzerinden tanımlayan Amerikalı ev kadını kimliği, kolonyal bir perde arkasından tüm dünyada olması gereken kadını işaret ediyordu. İşte tam bu noktada, Rose Parks’ın yakmış olduğu o fitil, sivil haklarla birlikte dolaylı olarak kadın hakları hareketinin de yeniden canlanmasına neden oldu. Kadınlar açık bir şekilde ırkçılığa ve ayrımcılığa maruz kalmış bir kitlenin yanında durarak unuttukları mücadelelerini yeniden hatırladılar.

Irk ayrımı sorunu ayrıca feminizm hareketinin de sorgulanmasına sebep olmuştu. Sadece beyaz, Hıristiyan, Batılı kadının sorunlarını hedef alan feminizm hareketinin başka ırk, kültür ve dine sahip kadınları dışladığı nihayet görülmüştü. Bu açıdan bakıldığında Rosa Parks, siyahi Amerikalı bir kadın olarak, feminizm hareketinin zayıf olan noktalarını da işaret etmişti. Dolayısıyla, Rosa Parks’ın yakmış olduğu kıvılcım sadece sivil haklar hareketini hızlandırmadı, bununla birlikte tüm kadınları kapsayan daha farklı bir kadın mücadelesi verilmesi gerektiğini anlattı. Kadın meselesini elinde tutan ve tekelleştiren Batı zihniyetine karşı başlattığı bu ivme, dünyanın birçok bölgesindeki kadınların kendi yerel kimlikleri ile örgütlenmenin önünü de açmış oldu.

Bhutto Erkek Egemen Dünyaya Meydan Okudu

Yine böyle bir zorluğun içerisinden, sürgünlerden çıkan başka bir karakter Benazir Bhutto’nun hayatı da benzerlikler gösterir. Sürekli mücadelelerle, zorluklarla ve kayıplarla dolu geçen bir ömrün bedelini canı ile ödemişti.

İslam’ın farklı yorumlarının hâkim olduğu Pakistan’da, demokrasi ile başa gelen ilk kadın başbakan olmuştu. 1988 yılında, katıldığı ilk genel seçimlerde ilk çocuğuna hamileydi. Hamilelik haberi ile muhalifleri onun ülkeyi yönetemeyeceğini söylemişlerse de onun yolundan etmeyi başaramamışlardı. Benazir Bhutto, yılmadan seçim kampanyalarına karnında bebeği ile katılmış, kürsülere çıkmış, halkı ile bir araya gelmekten onu hiçbir şey alıkoyamamıştı. 3 aylık bebeği ile başbakan seçildiğinde tarihte yine bir ilk gerçekleştirdi. İkinci bebeğini beklediği sırada eril tahakküm yine susmamıştı ve devlet işlerini idare edemeyeceğini söylemeye devam etmişlerdi. Benazir Bhutto, erkek egemen bir dünyanın kapılarını Müslüman bir kadın olarak aralamış; bir nevi ezberleri bozmuştu. Siyasi hayatı boyunca bir kadın olarak maruz kaldığı şeyler, erkeklerin maruz kaldığı şeylerden belki çok daha acı verici olmuştu. 2007 yılında ülkesine geri döndükten sonra bir canlı bomba tarafından öldürülmeden önce, kendi dilinden hayatını anlattığını kitabında kadın olmaktan bahsediyordu: “Ben kadın olduğum için daha çok mücadele etmek zorunda kaldım. Hangi ülkede olursa olsun modern toplumda kadının işi hiçte kolay değil… Ama biz yine de çifte standartlardan şikâyet etmemeli, mücadeleyi sürdürmeliyiz.” Öyle ki demokrasi ile seçilip başa geldikten sonra hakkında hemen yolsuzluk suçlaması çıkartılmış, yeniden seçimlere gidilmesi gerekçesiyle hükümet devrilmişti. Bhutto, ikinci kez başbakan seçildiğinde; aynı şekilde yolsuzlukla suçlanarak görevinden azledildi. Sürgüne gitti, partisini dışarıdan yönetti, bu sırada kardeşi suikasta uğradı ama yılmadı. Böyle bir hayattı onun yaşadığı; kendisinin de dediği gibi bu hayatı o seçmemişti fakat inandığı demokrasiyi, özgürlüğü, insan haklarını ülkesine getirebilmek için savaştı. Bu anlamda Benazir Bhutto’nun hayatı, Müslüman ülke kadınları için ayrı bir anlam taşımaktadır. Müslüman kadını ısrarla “ezik, pasif, eğitimsiz” tarif eden oryantalist dilin karşında dimdik duran Butto, oryantalizme de meydan okuyordu.

Kadın hakları mücadelesi bir bakıma siyasi bir mücadeledir. Kadınlar erkek egemen bir sistem içerisinde kendilerine yer açmaya çalışırken siyasi yollar bu amaca ulaşabilmek için bir araç hâline gelmiştir. Kadının siyasette var olması, bir yandan kadın haklarının gelişimini beslerken diğer yandan kadının karar alma mekanizmalarında daha çok yer almasını sağlamaktadır. Hak mücadelelerinde ilk adımı atmak hiçbir zaman kolay olmazken, kadınlar için çok daha zor olduğunu biliyor ve deneyimliyoruz. İlkleri başlatan bu kadınların hayatları bu yüzden özel olduğu kadar da zordu. Dalgalara karşı yüzmeye çalışan lider kadınlar kimi zaman başladıkları noktaya geri döndüler, kimi zaman canları pahasına savaşmaya devam ettiler. Fakat en önemlisi diğer kadınlara yapılabileceğini gösterdiler. Bu yüzden yalnız değillerdi. Ne olursa olsun onların verdiği ilham ile kalabalıklar onlarla birlikte olmaya devam ediyor.

CORNERSTONES OF JULY 15:WOMEN WHO ARE MORE POWERFUL THAN TANKS

insight_makale_sare_aydin_yilmaz_slider

İstanbul Ticaret Üniversitesi Kadın ve Aile Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Doç. Dr. Sare Aydın Yılmaz’ın Insight Turkey dergisinin 18. sayısında yayınlanan makalesi:

 

CORNERSTONES OF JULY 15:WOMEN WHO ARE MORE POWERFUL THAN TANKS

Sare Aydın Yılmaz*

Introduction

CNN International published a report titled “Turkey coup attempt: Reaction on the streets of Istanbul” soon after the coup attempt in Turkey. It conveyed the comments from Clare Busch, the American who caught images from the Turkish street, which says: “Despite the older woman up front, there were no women marching with the men”. According to the report, “the older woman was the only female in the group that was headed down Istiklal Caddesi (Independence Street) toward Taksim Square”, Istanbul. Similarly, a number of accounts in the social media shared comments propagating the lack of women in protests against the coup makers while the coup was unfolding. Despite the contrary, the lack of women was used as the evidence for the patriarchal character of anti-coup mobilization against the secular state establishments of Turkey such as the military. In parallel, the Western media and social media accounts disseminated photos of violent male-dominated protests. To cite an example, Public Radio International claimed, “Images of protesters on the streets are mostly men… the fact that mostly conservatives are holding vigils at the squares might be a factor in women’s absence”.[1]

Despite this early representation of the anti-coup protesters, reports proving the active participation of women in anti-coup protests started to find their place in especially the Turkish media. For example, Hürriyet Daily News published a report documenting leading women actors who actively participated in anti-coup mobilization. [2] This paper aims to contribute in such reports in order to do justice to women who played a key role in suppressing the coup attempt against the elected government of Turkey. By doing this, the paper also focuses on civil society in Turkey and its role during the mobilization of protests against the coup makers. In repelling the attempted coup experienced in Turkey on July 15, the fact that the nation has reacted aggressively by putting forward its willpower, has once again shown to the whole world how much the influence area of civil society can grow, and its determination in protecting democracy will not give passage to anti-democratic variations/transformation. This aggression has no doubt been an important breaking point that clearly indicates the existence of a conscious civil society in Turkey against the terrorist organizations attempting to capture the government and deal a blow to the nation’s willpower. From this point of view, in this article, civil society, women and democracy will be emphasized on, and July 15 will be studied.

The coups of the 60’s and 80’s, March 12 Memorandum, February 28 post-modern coup, and ultimately April 27 e-memorandum experienced by Turkey, which have intervened in the democratic civil government, are all a show of strength of the nation’s willpower, and they are projections of the ill fate that attempted to dominate the history of Turkey. What reversed this ill fate following the attempted coup experienced on July 15, has been the “civil defense” move, that the national will was put forward by gathering in the streets, and organizing against heavy weapons in order to protect their government and assembly, which were elected by democratic means. This willpower shown by Turkey in protecting democracy, is a significant evidence of the fact that a conscious reaction was shown specifically against this attempted coup, and against this coup tradition that it has closely experienced, and has been forced to bear the consequences of for many years. With its success in its democracy fight against this attempted coup, and with the democracy fight it has put up at this point, Turkey has once again clearly shown that the willpower of the nation is a power above all. This awakening ensured that a more conscious and deliberate civil society can be developed and grow in solidarity in Turkey against terrorist organizations, and this anti-coup understanding that protects democracy can find a place in the social base. This has an additional importance from the viewpoint of the protection of democracy and the democratic regime that was put forward in the EU adventure. This has a characteristic of irrevocable acceptance of the superiority of the law and democratic improvement at the social base in spite of the junta.

Resistance of Civil Society Against Coups

When we look at the traditions of civil society in Turkey from the past to the present, we may talk about the existence of a civil society order which is struggling to take a breath in the middle of social polarizations and ideology based social problems. However, the fact that we have seen that the resistance of civil society, which was the main element in repelling the attempted coup of July 15, was reflected on the street, and this resistance contains within itself the main codes of a sustainable democracy, is the result of a transition into a powerful and efficient society and civil society order, which struggles to cure social problems. The most apparent example of this is the “Democracy and Martyrs Demonstration” held in Yenikapı, which entered into the records as the largest square demonstration in the history of the Republic of Turkey, together with the sagacity shown by the patriot people who have ensured that the coup was repelled by climbing on the tanks, and who thereafter have kept a democracy watch all across Turkey. In the Yenikapı Demonstration held in Istanbul, more than 5 million people and political parties came together, and demonstrated a common stance against coups in Turkey, politically and on the base of civil society. With this demonstration, which brought together the whole of Turkey, in which supra-party unity, solidarity and brotherhood messages were given, the big picture given by all segments of society against the attempted coup was aimed at the democracy, by fulfilling its conscientious responsibility and by protecting its determined structure, for the democracy and liberty, in order to commemorate the martyrs for the sake of the homeland.

The fact that civil society, which is defined as “a value creating institution, a communication network, which plays a role in the creation of important values such as social solidarity, social trust, social responsibility, social stability, and finding solutions to social problems”,[3] and social base have interlocked with each other in Turkey against the coup without any discrimination, and the fact that they have banded together for the protection of the fundamental rights and freedoms, shows that, a new civil society understanding is growing. This has once again proved to us that, the former civil society tradition which was polarized and which was struggling to take a breath with only ideological capital, is now obliged to fade away in this new world order.

Women Who are More Powerful than Tanks

It is completely contrary to human rights and fundamental rights and freedoms for a terror organization to bombard the civilian community in a way to cause deaths by using the ammunition of the state, bombard the parliament by paying no attention to the willpower of the nation, force an announcement to be read by seizing the media institutions/organizations, and demoralize the whole community psychologically. Concerning the protection of this basic right to live and democracy, it is not possible to ignore the role of women in repelling the attempted coup. They are women from different segments of society, women who have come together against this interference with the democracy, and who have gone out on the street by saying openheartedly “we are here too”.

However, with the campaigns conducted in international media, in spite of illustrating to the community that has protected democracy against the coup, a completely opposite perception of the operation was attempted to be conducted. With a pro-coup understanding, this anti-democratic attempt of the FETÖ member pro-junta soldiers was struggled to be legalized. The world media has been subject to a serious disinformation, that Turkey is increasingly becoming conservative, the salvation of democracy and secular order can only be ensured by a coup to be made by soldiers, however, this attempted coup, which resulted in failure, means that domination of Islamist on the state will increase, and secular life and democracy will be endangered. People from each party and social base, who have poured onto the streets in order to defend democracy and protect the national will against the attempted coup of July 15 immediately after the President of the Turkish Republic called them to gather in the streets against the attempted coup, have been ignored, and broadcasts/publications aimed at justifying the pro-coup terrorist organization have continued. With this disinformation, in spite of taking the pulse of the street in a realistic way, again with an orientalist approach over the conservative women who have attended the protest against the coup, a defamation campaign has been made by using a marginalizing language, and it has been emphasized that, the marginalized environment can be a great danger for women, by saying that women in head scarfs have crowded the squares. Women from every segment, every social class of society, who have gone out to the street to fight against the coup, have been ignored by being incarcerated orientalist view. CNN presenter Hande Fırat is one of the women who played a significant role in the attempts to defeat to coup by connecting on face time through her phone to President Recep Tayyip Erdoğan so that the president could call Turkish people on the street to stand against the coup. Whereas, turkey will not forget the scenes where 50-year old Şerife Boz and 61-year old Sema Tutar,[4] who have turned into symbolic names in the coup protest, drove trucks, brought together everyone in their neighborhood, and went together to the coup protests. In this picture, which reflects the social reality of Turkey, the fact that the women driving the truck is a very conservative veiled woman, and the woman sitting beside her is a traditional secular looking woman, is a clear appearance of the fact that the line separating each other from the ideological and/or life style was removed by the coup. The fact that the west has read the pictured Muslim women as orientalist, is its rottenness. Hence, these women did not need the approval of a man while going out to the street with their own free will, and they have ignored the traditional acceptances. These self-sacrificing women of Turkey, who have gone out of their house for democracy, rights and freedoms, have no doubt played a great role in winning the fight. Everyone who can take the pulse of the street can easily see the determined stance of Muslim religionists women who are still struggling to be pacified and painted in a different picture by the west with some feminist orientalist expressions, and this attitude, this fighting spirit is not new. It is not possible for the west to understand this spirit, while wallowing in an egocentric alienation grip. The heroism shown in the War of Independence by Martyr Şerife Bacı, who carried the ammunition loaded onto tumbrels to Kastamonu under cold winter conditions, and who wrapped her own jersey on the cannon balls in order to ensure that they don’t get wet, and Halime Çavuş, who left her home and went to carry ammunition notwithstanding the insistence of her mother and father, and the spirit in our hero women, who left their homes and families to pour onto the street and were martyred today against the coup of July 15, are the same. Women, who are the integrative and dynamic power of the society, have again shown the same attitude and same resistance against this attempted coup. Safiye Bayat is 34 years old, a mother of two children, went to the Bosphorous Bridge to stand against the tanks during the coup-attempt, she was wounded with a bullet by one of the coup plotters. After watching the report about the coup-attempt on television, Safiye Bayat arrived at the Bosphorus Bridge around midnight after walking about 45 minutes along the empty streets. The fearless woman wanted to talk to the commander. However, one of the coup plotters stopped her by saying “You may be hurt”. She continued to walk through the soldiers, saying that the soldiers cannot do something to frighten a woman. Bayat, who arrived at the bridge alone tried to explain with courage and faith to soldiers that what they were doing was wrong. One of the coup plotters tried to push her away with riffle, but she said “I am not afraid, are you trying to scare me with that? This woman that stood alone against coup plotters went nearby one of the soldiers who fired his gun up in the air. While she was reporting heinous events of that night, she said: “I didn’t know how I could go to the bridge as a woman but when it comes to my country, my blood flows differently”. And she continued, “If a man would go over there, they may have killed him, luckily I was there.” Safiye Bayat, who was wounded with a bullet fired by coup plotters when she turned to help an injured protestor has been taken to hospital and she was put platinum on her legs afterwards.  Safiye Bayat’s name is identified in the history as a fearless woman standing alone against the tanks. Türkan Türkmen, a 53 years old housewife from Malatya has been martyred by a tank running over her when she was on the way to Ataturk Airport to stop the coup attempt. Tekin saw the reports on TV about the FETO’s coup attempt, then she left home and took on the streets to defend the nation’s will after President Erdogan called people to stand against the plotters. Türkan Tekin, together with her husband Ramazan Tekin and their children arrived at Esenler Atışalanı Police Station. After hearing the news that the tanks of coup plotters were going towards Atatürk Airport, the family decided to join other citizens marching to Ataturk Airport. Turkan Tekin was critically injured after being ran over by a tank. She was taken to hospital by other protestors but unfortunately she could not be saved. Tekin’s 20 years old son Berkay, 18 years old daughter Buket and 11 years old daughter Sümeyye stated that they are honored of having a fearless and heroic mother. Fikriye Temel, 75 years old woman, stood against the tanks with her stick on her hand and fought to protect democracy. This mother of four children who lives in Ankara rushed into the street during the coup attempt and went to the Presidential Complex with a stick that she held in her hand. The photo of Temel with her stick has gone viral on social media and became a symbol of the courage and determination of Turkish women in defending their country and democracy against the coup. While she was expressing herself, she said “I have never been afraid, that stick felt as a machine-gun in my hands. If it happens all over again, I would do the same”. Nebahat Topaloğlu, another female hero has heard at home that there was a coup attempt and following President Erdoğan’s call, she told herself: “Today is the day to go outside and defend the country, if we do not go outside today, it will be too late tomorrow”. Topaloğlu marched to Sarachane with the other citizens and stood against the coup plotters. She was wounded by one of the coup plotters who opened fire on her. Special Operation Commissary Demet Sezen, who left her 3-year old son at home, went for duty to stand against coup plotters and was martyred. There were many others… just like our women, who in 1947, when it was asserted that the mukhtar elections were illegal and attempted to be renewed, have said that “the voting box is our honesty” and protected the voting box with their sticks and canes, and all the hero women of Turkey, have today given the necessary response against the coup, for democracy, freedom and justice. In addition to the women who have fought on the battlefronts, the history of Turkey is full of hero women, who were active behind the front – who gave logistics support in today’s terms, who have fought against all kinds of threats to their democracy and state, and who have shown the most distinguished example of national unity and solidarity in this fight of existence.

While commemorating these hero women, although it is too ridiculous to see that the orientalist approaches and expressions in the perception operations carried out by the western media aimed at conservative women are being maintained and repeated snidely, these are at the same time ominous examples showing the double-dealer attitude of the west, which asserts that it protects the basic rights and freedoms.  At this point, what we have to see is that, this attempted coup which was attempted to be realized by FETO on the night of July 15, is aimed not only at the President and voters of a party, but at people from every segment and base living in the Turkish Republic. Hence, the aforementioned “Democracy and Martyrs Demonstration” held in Yenikapı, in which millions of people from every segment have come together and banded together against the attempted coup and this disinformation, is one of the best indicators of this.

Women from very different social and political backgrounds who took it to the streets at democracy watches and streets protests also reinforce this argument. Young and old women, veiled and secular looking women, women with children, girls, were marching on the streets throughout Turkey shoulder to shoulder, uniting on the streets for their common interest.   This is a clear indication that ideological and political differences are insignificant when the future and security of the country that women will leave to their children are at question.

Talking about the passivity of conservative religionists women from past to present, and complaining about their obedience, their public appearance and publicity was brought into question. Today, nobody can argue with the same arguments again the stance of these women, who have kept a democracy watch against a terrorist organization which attempted a coup under a religious cover, and their attitude to demonstrate patriotism by climbing on the tanks. Today, the conservative religionists woman, who is integrated into economic life, who can easily be adapted to the political and social arena, and who confronts us as a conscious and combatant individual with regard to representation and taking part in decision making, is a woman who doesn’t leave the Islamic references, but maintains her existence having a voice in the public sphere.[5] The bold resistance of these woman on the streets against the coup attempt demonstrates how biased and inaccurate the orientalist perception of feminism. The stories of these women is a clear and undeniable proof of their determination and will to be present at every platform, to be part of the public life and as such is shuttering traditional approach of feminisms to East as a man dominated society where women are unable to act on their will. The story of Safiye Bayat standing alone against tanks on the Bosphrous Bride asking soldiers how they could drive their tanks on the civilians in a democratic country is an outward expression of the democracy consciousness among Turkish women.

The whole world will continue to remember and recall the fight for the homeland given by these women, who struggle to protect their own language, own argument, own stance and identity far beyond the orientalist expressions, and their stance in the streets before the tanks, more powerful than tanks.

Conclusion

The attempted coup, which was experienced in Turkey on the night of July 15 by the Fethullahist Terrorist Organization, was prevented in consequence of the fight given by the nation by pouring onto the street with women, men, elders and youngsters from every segment and grade, notwithstanding all the perception operations. In consequence of this coup, which was attempted and prearranged with the Fethullahist Terrorist Organization which is a parallel congregational structure believing that it will bring democracy to Turkey, being unable to stand both the developing and growing economy of and the democratic environment in Turkey, and the resistance of the community in protecting the existing democracy, the international powers have once again understood that they will not be able to reach their goal against the unity and solidarity of the nation. The fact that the international media has reported with perception operations groundless, snide and unacknowledged news aimed at the government which was selected directly by democratic means and aimed at the hero nation, gushed over the attempted coup by using an anti-democratic language, used a language aimed at polarization by ignoring the unity and solidarity of the Turkish community, has clearly shown that the western media has a long distance to cover for democracy.

Communities that still believe in this century that democracy can be brought by means of a coup, are required to review this approach in themselves, which ignores the democratic environment in Turkey. The big picture that Turkey gave after the coup shows us that: Neither the perception operations, nor any power, including the terrorist organizations that wrap themselves under a religious cover can harm the hero women who protected democracy, their state, and nation against pro-junta and similar terrorist organizations, who are strong, qualified in an educational viewpoint, and who can correctly read the events occurring at home and abroad.

* Istanbul Commerce University and Women and Democracy Association (KADEM)

[1] “Women are being silenced in Turkey’s crackdown”

[2] “Meet the women in the spotlight during resistance to Turkey’s failed coup”

[3] E. F. Keyman and A. Icduygu. Citizenship in a Global World. London: Routledge, 2005; M. Edwards. Civil Society. London: Polity, 2004.

[4]Darbe Gecesi Taksim’e Kamyonla Çıkan Kadınlar Konuştu, http://www.timeturk.com/darbe-gecesi-taksim-e-kamyonla-cikan-kadinlar-konustu/haber-212804, (Date of access: October 7, 2016).

[5] Assoc. Prof. Dr. E. Sare Aydın Yılmaz, Muhafazakar Dindar Kadının Serencamı, http://www.star.com.tr/acikgorus/muhafazakardindar-kadinin-serencami-haber-910139/ (Date of access: October 7, 2016)

Gender Justice for Women

Betterworld_Slider
 
Human Development Forum başta olmak üzere, Birleşmiş Milletler Kuruluşları, BM üyesi devletler ve sivil toplum örgütlerinin katkıları ile sürdürülebilir kalkınma hedefleri çerçevesinde  “A Better World” başlıklı bir kitap serisi yayınlanmaktadır. Kadın ve genç kızların konumlarının güçlendirilmesi ve  cinsiyet eşitliği üzerine odaklanan, serinin ilk kitabı A Better World, Volume I: Gender Equality and Women Emprovement, Actions and committments to the Sustainable Development Goals (Daha İyi Bir Dünya- Cinsiyet Eşitliği ve Kadınların Güçlendirilmesi, Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri için Atılan Adımlar ve Verilen Taahhütler)” ismi ile 2016 Kasım ayında yayınlanmıştır.
 
Kitaba; UN Women, UNICEF, UNESCO, FAO gibi Birleşmiş Milletler Kuruluşları,KADEM, BM üyesi ülkeler ve İslam Kalkınma Bankası gibi dünyanın dört bir yanından önemli kurum ve kuruluşlarının  katkıda bulunmuştur. İstanbul Ticaret Üniversitesi Kadın ve Aile Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü  Doç Dr. E. Sare Aydın Yılmaz’ın “Gender Justice for Women (Kadınlar İçin Toplumsal Cinsiyet Adaleti)” başlıklı makalesi kitapta yer almaktadır.
 
Doç Dr. E. Sare Aydın Yılmaz’ın Makalesi:
 
Gender Justice for Women
 

Women represent half of the world’s population, and their participation in the workforce and in social, political and economic life remains a hot topic. Changes to sociocultural life are directly or indirectly associated with women’s activity and employment. Therefore, women’s participation in the workforce grows in parallel with efforts both to drive the importance attached to the female workforce and to uphold international policies and practices, education and representation.

The transformative effect of the female workforce on the global economic market has made women’s participation in the economy a prioritized area. At this point, it is important to distribute roles assigned to women and men as the two basic elements constituting society, and more specifically the family, and to establish the basic dynamics affecting such roles.

As required by democratic rights and social justice, access to economic freedom, capitalist industrialization and economic movements affecting the global economy have guided women to leave their homes and engage in different fields of activity. Private and public areas have emerged, and women still seek status and power for themselves between these areas. Women often face the dilemma of choosing between domestic and professional roles, or shouldering both burdens. Therefore, women’s dilemma must not be underestimated and practices to balance and support family life must be developed in parallel with their participation in the workforce. During the historical process, women have been regarded as cheap labour and exploited by taking advantage of their changing social, political and economic position, their secondary role as substitute labour and their participation in the workforce only to ‘contribute’ to the family budget rather than investing in it. Thus, capitalist economies alter and diversify the quality of the female workforce.

Modernism demands the highest benefit from individuals and as it is intertwined with the capitalist system today, it has become inevitable that women’s domestic work is disregarded, resulting in women being subject to gender discrimination as they participate in the workforce. In order for women to realize their own potential and to end their economic dependence while maintaining their family life as a social value in a smooth manner, the dilemmas they experience, both in the private and public areas, must be resolved. After all, women’s participation in the paid workforce is a sophisticated phenomenon. The opportunities, possibilities or difficulties brought to women by this phenomenon vary depending on the region and living conditions.

The ‘second shift’ of women at home, due to the unfair distribution of responsibilities between women and men in professional and family life, is an issue that is still discussed with efforts to find a solution. A preliminary condition in achieving a fair work/life balance is to consider the domestic responsibilities of women and men and meet the current conditions of working life for women by respecting the biological differences, while providing equal opportunities and access. The given social gender roles that make women work at home and at work, ignoring the domestic work and even referring to it as a requirement, must be reorganized. At this point, intellectual studies to form the foundation of social policies are expected to support the idea of justice.

We prioritize the concept of gender justice,1 which refers to how women must be valued in every aspect of social life while anticipating a fair distribution of roles between women and men. In fact, most statements produced about how women and men should be positioned in the family and social life, ignoring their qualitative and characteristic attributes, are not based on reality. Instead of positioning women and men as opposites, they must be regarded as the arms of a scale to establish balance; as ‘humans’ with different qualities and characters but with the same weight on the scale. It is important to avoid turning the qualities and characters of women and men into a disadvantage, and instead to create the right environment and opportunities for both to realize their full potential. Under Article 23 of the Universal Declaration of Human Rights, which stipulates “Everyone has the right to work, to free choice of employment, to just and favourable conditions of work and to protection against unemployment,” it is emphasized that women must choose their place of work freely, and just and favourable conditions of work must be provided at the workplace of their choice. However, it would not be fair to force women to choose between work and home, and it must be borne in mind that despite regularly updated social regulations, there are still failures in this regard. Issues resulting from such dilemmas between domestic and professional life are still included in the agendas of many international organizations, countries and non-governmental organizations (NGOs) with alternatives offered to make women’s lives easier. Thus, steps to be taken, policies to be produced and strategies to raise consciousness about social responsibility are highly important in terms of establishing a work/life balance. Such remedial arrangements made as part of social policies will facilitate the integration of women into working life, improving their rate of participation in public life and their visibility. In this respect, services including paid parental leave and flexible work hours are key steps not only in ensuring the continuity of women in working life, but also in protecting the ‘togetherness and sustainability of the family’. The Sustainable Development Goals clearly express that no one must be left behind. It is an essential condition for a developed society that women are integrated into economic life by establishing a balance between family life and work life.  For a more fair and livable world, regulations must be more inclusive by protecting women. Supporting women’s participation in work life, especially in developing countries like Turkey, is vital for women’s access to economic freedom and their contribution to the national economy. In order to encourage women’s participation in work life and to ensure they are retained, the “affirmative action” for women which was approved in the referendum in 2010 in Turkey must be implemented.

In the global competitive environment, one condition of development for a country is to make efficient use of, and mobilize, all its resources. Therefore, ensuring women’s sufficient participation in the workforce is a priority area of policy for countries. In the Beijing Declaration and Action Plan approved at the Beijing Conference in 1995, the targets defined for the article “inequality in any type of activities for production and access to resources in economic structures and policies” include “elimination of occupational discrimination and any kind of discrimination in employment and extending aligned work and family responsibilities for women and men.” Strategic targets include not only the elimination of educational, employment and occupational discrimination, but also the alignment of family and work life for women and men. In fact, the family as the founding element of society, and access to economic needs ensuring a sustainable life, are highlighted as the greatest variables of protecting the fundamental qualities of being a society. To that end, we must protect the family and the balance between work life and family life in a just and fair manner for social welfare and sustainable development. It is very important for a sustainable order of society to defend fundamental dynamics like the family which keeps alive society and its conscientious and moral values. It is also imperative for the continuity of the family as the backbone of society to establish and safeguard the balance between the domestic and public roles of women who are included in economic life.

The importance of this issue in terms of global development was proved once again as this year’s G20 officially approved the subject of increasing women’s presence in the economy and the economic empowerment of women. During the period of Turkey’s G20 leadership from December 2014, this was brought to the agenda again since employment plans and growth strategies were among the areas considered important in supporting sustainability and development. As part of the efforts to improve social protection and working conditions, flexible working models, regulations related to maternity and breastfeeding leave, and provision of preschool and childcare services to allow women to balance their family and work life, are included in the policy areas of the Women 20 (W20) initiative group in line with the commitments adopted by G20 member countries. In addition to areas such as education, employment, leadership and entrepreneurship highlighted at the W20 National Solidarity Meeting, the article “work and life balance by developing and/or improving infrastructural mechanisms for social care (child, elderly, sick and disabled care)”, proposed by the Women and Democracy Association (KADEM) as a member of the W20 committee, became a priority area of W20 policy. The G20 remains committed to its ideal of inclusive and sustainable economic development by emphasizing inclusiveness concerning women in its final declaration, and to that end the global agenda has once again focused on improving social protection, working conditions and ensuring work/life balance from a gender justice perspective, thanks to the contributions of the W20. This initiative, launched by Turkey, will ensure continuity for women in business life and pave the way for the development of regulations and policies to protect the unity of the family if the global arena also demonstrates due attention.

Additionally, applicable and sustainable solutions for common problems of women around the world are developed to empower women and enable them to be actively involved in all areas in the elimination of gender-based injustice and inequalities at the International Women and Justice Summit held by KADEM every two years, honouring the International Day for the Elimination of Violence against Women on 25 November and hosting many ministers of state, NGOs, academics and students from around the world. The aim is to build a relevant shared wisdom in order to analyse developments regarding women’s rights and progress with respect to the human rights of women in the national and international arena. This year the main topics of the summit are Syrian refugee women and women in the peace processes. Women and children who had to flee their countries as a result of the ongoing civil war in Syria represent the most vulnerable group. Women are subject to further threats and complexities due to their gender. In this context, we must discuss policies to improve the problems and lives of refugee women from a gender justice perspective and develop specific actions and strategies for refugee women. Women play the most active role in the processes of establishing peace in situations of conflict in many countries, and they contribute to the peace process by attaching importance to the protection of justice. An in-depth analysis of women’s role and power in establishing global justice, democracy and peace is important to ensure more effective use of this power. Once again we will invite the world to follow the traces of justice for women by standing up against any kind of violence with our slogan ‘Speak Up For Justice’ on 25 November in Istanbul.

Today it is exciting that there is a serious platform for responsible action in efforts by civil societies that set the agenda. Uniting around justice, and accepting that justice represents an inclusive higher framework covering equality for women, means that many disputes centred around women are addressed using a scale of conscientious and social responsibility. Justice for women can be understood as a conscientious responsibility only if civil society and governments come to terms by taking solid steps.

Consequently, civil societies must take action to guide and raise awareness of society by leveraging the facilities of democracy, and act to fulfil their own conscientious responsibility without getting stuck in certain models. Civil society functions by discussing many problematic questions concerning the government, economy and family and delivering a shared consciousness as a result of such discussions. Accordingly, the International Women and Justice Summit is an attempt by civil society to come together, fulfil its conscientious responsibility and reach out to the world.

 

 Kadın Hareketinde Yeni Bir İvme: TOPLUMSAL CİNSİYET ADALETİ

2--
Yard. Doç. Dr. Sare Aydın Yılmaz, İstanbul Ticaret Üniversitesi
Kadın ve Aile Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü

 

Bu makale, feminizmin Türkiye’de kadın haklarının gelişiminde etkisine ve klasik eşitlikçi feminist yaklaşımların yetersizliğine vurgu yaparak, eşitlik/farklılık dikotomisi üzerinden kadın hakları gerçeğine “cinsiyet adaleti” kavramıyla yeni bir perspektif getirmenin yollarını tartışacaktır. Türkiye’de kadın hareketinin geldiği noktada, cinsiyet eşitliği ve kadın-erkek arasında sosyal açıdan eşit haklar ve sorumluluklar tezine karşın, eşitliğin de içkin olduğu eşitlik üstü adalet perspektifli yaklaşımların geliştirilmesine yönelik kavramsal bir çerçeve çizilecektir. Modernitenin sunduğu cinsiyet körü uygulamaların ve tek-tipleştirici kadın imajının ve evrensel bir eşitlik anlayışıyla harmanlandığı feminist yaklaşımların çıkmazlarını dikkate alarak, farklılıklardan doğan mağduriyetlerin giderilmesi adına, her toplumun kendi değer yargılarından ve kültürel dinamiklerinden beslenen kadın odaklı, adalet perspektifli politikaların tesis edilmesi, toplumun devamlılığı ve toplumsal denge ve huzurun tesisi için son derece önem arz etmektedir.

Cinsiyet eşitliği kadın hareketinde köklü bir kavramdır. Ancak, eşitlik / farklılık dikotomisine ilişkin olarak var olan çözülememiş sorunlar, bu dikotomiyi daha net açıklayacağı iddia edilen yeni terimlerin ve kavramların öne çıkmasıyla birlikte yeni tartışma konularının açılmasına zemin hazırlamıştır.

“Toplumsal cinsiyet adaleti”, modernite tarafından belirlenen eşitliğin kadınlar arasındaki bir takım farklılıklarla ilgilenmemesi sebebiyle, tüm dünyada kadının hareketinin belli kesimlerine daha çok hitap eden bir kavramdır. Modern bir kavram olarak eşitlik, kadın ve erkeği birbirine eşitleyerek batı kültüründen beslenen standart, tek-tip kadın imajı oluşturmakta, “adalet” ise eşitliğin de içkin olduğu, hakkaniyet, denge ve kadınlar ve erkekler arasında daha ileri adil muamele ve sorumluluk anlayışını içeren bir üst kavrama işaret eder.

Kazanımlara ve kaybedilenlere bakıldığında, kadın hakları için verilen mücadelenin tarihi çok eskidir ve tüm dünyada farklılıklar arz etmektedir. Her bir bölgede geliştirilen kadın hakları kavramı, o bölgenin sosyo-kültürel, siyasal ve dini dinamikleri ortaya koymaktadır. Kadın hareketinin geçmişten bugüne geldiği noktaya bakıldığında, tarihsel koşularla paralel bir süreci izlediği görülmektedir. 18. yüzyılda Avrupa’da sivil özgürleşme hareketleriyle birlikte başlayan kadın hareketinin temelini, Fransız Devrimi’nin de bir getirisi olan “eşitlik (égalité)” fikri oluşturmaktadır. Eşitlik taleplerinin sonucunda elde edilen “insan hakları” olarak betimlenen haklar, yalnızca erkekler arasında bir eşitlik anlayışını ortaya koyarak, soyut “insan” kavramını salt erkek cinsini betimleyen bir kavram olarak öne sürmüş, hak mücadelesinin bir parçası olan ve nüfusun yarısını oluşturan kadın cinsini saf dışı bırakmıştır. 18. yüzyılın sonlarına doğru bu yasal ve sosyal açıdan eşitlik fikrine, kadın-erkek arasındaki eşitsizliklere vurgu yapılarak toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden yeni bir tanımlama getirilmiştir. Mary Wollstonecraft (Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi, 2007), ile birlikte ifadesini bulan eşitlikçi feminist yaklaşımın, kadın sorunlarının temelini toplumda kadına yüklenen rollerde ve kadınlara erkeklerle eşit fırsatların sağlanmamasında olduğu tespitinden hareketle gelinen noktada, toplumsal cinsiyet eşitliği vurgusu öne çıkmıştır.

Gender Mainstreaming ya da Maskülenleşen Kadınlar

Kadınların sorunlarına sistematik çözümler üretmek açısından 1985’te Nairobi Kenya’da düzenlenen 3. Dünya Kadın Konferansı’nda “gender mainstreaming” olarak ifade edilen ve resmi olarak, 1995’te Pekin’de düzenlenen 4. Dünya Kadın Konferansı’nda resmi olarak şekillendirilen “toplumsal cinsiyet eşitliği” bakış açısının ana plan ve programlara yerleştirilmesi” ise, artık günümüzde uluslararası mevzuatlarda yerini almıştır.Salt eşitliğin yetersiz kaldığı durumlarda ise, yasal ve hukuki eşitlik, toplumsal cinsiyet eşitliği, fırsat eşitliği, hak ve sorumluluklarda eşitlik ve pozitif ayrımcılık gibi günümüzde farklı kadın sorunlarına çözüm üretmek üzere alternatif kavramlar üretilmiştir. Şimdiye değin, devletlerin ana plan ve programlarına yerleştirilmesi amacıyla Pekin Eylem Platformu’nda kadın sorunlarının çözümü için hedeflenen toplumsal cinsiyet eşitliği kavramın ulusal mekanizmalar üzerindeki ana rolü “tüm politika alanlarında toplumsal cinsiyet eşitliğinin ana plan ve politikalara dahil edilmesini destekler” şeklinde açıklanmıştır.2 Ancak, tüm yasal düzenlemelere ve devam etmekte olan çözüm arayışlarına rağmen, kadına ve farklı kadınlık rollerine ilişkin sorunlar hala devam etmekte, çeşitli alternatif kavramlarla desteklenmeye çalışılsa da, eşitlik kavramına ilişkin yetersizlikler yer yer kendisini göstermektedir. Nitekim, eşitlik kapsamında ortaya konulan politikalar ve yasal düzenlemeler de zamanla kadının toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatta yaşadığı sorunlara yaklaşımında “cinsiyet körü” olmasını engelleyememiştir.3

Modernitenin farklılıkları görmezden gelen tek-tipleştirici kadın tasavvuruyla birlikte toplumsal bazda ortaya konulan, kadının toplum içerisindeki statüsünü arttırmak üzere geliştirilen eşitleyici politikalar ise, kadının erkekleşerek belli mevziiler kazanmasına ve kadın kimliğinde kırılmalara neden olmuştur. Bu kırılmalar, kadının kamusal alan ve özel alanda sıkışan kadın kimliğine ve kamusal kimliğine ilişkin farklılıkları bir arada tutma zorunluluğunu da eklemiştir. Aynı zamanda özel alan ve kamusal alan ayrımında yaşanan bu gerilimle birlikte kadın ve erkek cinsine yüklenen toplumsal cinsiyet rolleri, kadın ve erkeği haklar ve sorumluluklar bakımından da farklı bir düzeye taşımaktadır.

Eşitlik taleplerinin dile getirilmesi sürecinde, kadınları ayrı bir toplumsal grup olarak gören feminist yaklaşımların kadınları aynı çatı altında toplamak üzere “evrensellik” vurgusuyla ortaya koyduğu kadınlık söylemi, daha sonra kadınların farklılıklarını gözetmeyerek homojen bir kadın imajı oluşturması sebebiyle çeşitli eleştiriler almıştır.Nitekim, feminist teori uzun bir süre kadınların ortak deneyimi ve maruz kaldıkları ortak baskı üzerine yoğunlaşmıştır, ancak, bu yoğunlaşma kadınlar arasında ortaklıktan ziyade, farklılıkların vurgulanmasına ve “kadın” kavramının hiç de homojen, birleşik bir kavram olmadığının ortaya konmasına yol açmıştır.Kadınlar arasında farklılıkların ön plana çıkmasıyla birlikte, batılı bir söylem olarak görülen feminist söylemin evrensel kız kardeşlik kurgusu ve bu vasıtayla talep edilen “eşit haklar” talebi, diğer toplumlardaki kadınların kültürel kimlikleri ve dinamikleriyle örtüşmeyen bir nitelik taşıdığı görülerek, klasik feminizme alternatif çeşitli feminist yaklaşımlar geliştirilmiştir.

Feminist söylemler, kadınları ve erkekleri iki farklı toplumsal grup olarak ayıran, tüm toplumların genel koşullarının bir ürünü olarak ortaya çıkmamakta, belli özel tarihsel koşullarda ortaya çıkan bir olgu olduğu görülmektedir.Eşit hak talepleriyle kadınlar, başlangıçta kadının yasalar önünde erkeklerle eşit yurttaşlar olmaları yönünde mesafe kat etmişse de, Britanyalı psikoanalist ve sosyalist feminist Juliet Mitchell’in ifade ettiği gibi, “Eşit haklar, esas gövdesi çok derinlerde olan bir buzdağının önemli bir uç kısmıdır. Yalnızca bir uç kısmı olması, hem eşitlik kavramının sınırlılığının bir yansıması, hem de kadınların baskı altında tutulması sorununun ne denli derin ve temelli olduğunun bir göstergesidir.”7

 Feminist Yaklaşımların İndirgemeci Doğası

Demokratik toplumların en önemli ilkelerinden biri de hiçbir ayrım gözetmeksizin kendi vatandaşlarına eşit haklar tanımlamaktır. Ancak, hukuksal ve yasal eşitlik, hiçbir ülkede bu konuda ne siyasal hayata katılımda, ne de kamusal alanda uygulamaya yönelik kadınların mağduriyetini giderici tam bir çözüm getirememiştir. Kadın sorunlarını salt kadın-erkek arasındaki eşitliğe indirgeyerek çözme arayışına giren feminist yaklaşımlar kendi içerisinde de özeleştirisini barındırmaktadır. Erkek cinsindeki nitelikleri baz alarak kadını erkeğe eşitleme çabası, kadına bir ayrıcalık sunmaktan ziyade, kadının erkeğe göre zayıf ve ikincil pozisyonda olduğunun bir ön kabulünü yansıtmaktadır. Bu eşitlik arayışında, kadın daha çok erkekleşerek var edilmeye çalışılmış ve kadın kimliğinden koparılmıştır. Aynılık, benzerlik temelli, farklılıkları yok sayan klasik feminist yaklaşımlara alternatif olarak farklılıkları önceleyen post-feminist yaklaşımlar da kendini göstermiştir. Eşitlikçi anlayışın toplumdaki dezavantajlı grupların mevcut eşitsizliğini daha da derinleştireceğini ortaya koyan post-kolonyal feminizm, klasik batı feminizminin evrensellik algısına karşın, yerel düzlemde yeniden yorumlanmasını içermektedir. Feminizmin dile getirdiği “ortak baskı”, “ortak deneyim” anlayışını yapı sökümüne uğratarak, feminizmin homojen kadınlık anlayışına karşın, yerelde her bölgenin kendi kültür ve geleneklerinden oluşan bir çeşitliliğin söz konusu olduğunu vurgulamıştır.8

Gayatri Chakravorty Spivak’ın “Can the Subaltern Speak?” başlıklı makalesiyle anılan post-kolonyal feminizmle birlikte, feminist teori içinde bir üçüncü dalga hareketinin de başladığı görülmektedir.9 Post feminist yaklaşımların klasik feminist yaklaşımlara getirdiği en temelli eleştirilerden biri de, farklılıkları öne sürerken kadınların ezilmişliklerinin yalnızca erkek kaynaklı olmadığını, sınıfın, etnisitenin ve toplumsal yapının da bunda etkili olduğu varsayımından hareket etmişlerdir.10 Nitekim, “toplumsal cinsiyet, kadınların ve erkeklerin yalnızca bireysel kimliği ve kişiliğine değil, erkekliğin ve kadınlığın kültürel yapısı ile kurumlar ve örgütlerdeki cinsiyet konumlandırmalarını da içermektedir.”11Buradan hareketle, homojen bir eşitlik anlayışından beslenen klasik feminist yaklaşımlar, etnisiteden, sınıftan, toplumsal yapıdan vs. kaynaklı “siyah feminizm” gibi çok çeşitli feminist yaklaşımları da ortaya çıkarmıştır. Kolonileşmeyle birlikte eşitlik anlayışı, batılı beyaz kadınla siyah erkek arasında yapılmaya başlamış ve siyah kadını tamamen yok sayarak karşı durulan ataerkil sistem farklı şekilde kendini yeniden var etmiştir.12

Kadının cinsiyeti sebebiyle maruz kaldığı ayrımcılığa yönelik eşitleyici politikalar, “fırsat eşitliği” gibi kavramlarla gerek siyasal hayatta (kota vb.) gerekse kamusal hayatta (işe alınma vb.) karşılanmaya çalışılsa da, kadınların yaşadıkları bu mağduriyetler ne yazık ki devam etmektedir. Yasalar önünde eşit birer vatandaş olan kadınların erkeklerle “eşit” haklara sahip olduğu bilinci ve bu soyut bilincin ortaya çıkardığı uygulama ve pratiklerde topluma ve toplumsal ön kabullere bakan, öngörülemeyen çok çeşitli sorunlar mevcuttur. Toplumsal rollerin dağılımında kadının mağduriyetine sebep olan bu sorunların salt soyut bir eşitlik anlayışıyla karşılanması da mümkün değildir. “Eşitliğin, farklılıkları dikkate almayan, birbirinden bağımsız iki ayrı varlığı aynileştiren/özdeşleştiren, iki varlığı tek-tipleştiren, aileyi soğuk bir hukuk kurumuna dönüştüren bir özelliği olduğu unutulmamalıdır.”13 Erkeklerle kadınları ayrıştırarak ele alan bir politika geliştirilmesini savunan feminist söylem yerine, kadın ve erkeğe yönelik birbirini tamamlayıcı ve bütünleştirici bir söylem geliştirilmelidir. Feminizm işlevini sürdürebilmek için kadın ve erkekleri ayrı toplumsal gruplar olarak ele almaktadır. Bilakis, toplumsal denge, huzur ve sürdürülebilirliğin sağlanabilmesi için ayrıştırıcı politikaların yerine her toplumun kültürel dinamiklerini gözeten bütünleyici, kadın ve erkeğin birbirini tamamlayan, aynı öze sahip iki eşdeğer varlık olarak görülmesi gerekmektedir. Feminizmin evrensellik vurgusu, diğer toplumlarda yaşayan kadınların yerel kültür ve kabullerden kaynaklı sorunlarına çözüm aramak yerine, onları görmezden gelen genelleyici politikalarla hareket etmek kolaycılığına düşmüştür.

Kadın ve erkek: Eşit değil ama Eşdeğer

Kadın ve erkek arasındaki farklılıklara bakıldığında, ontolojik açıdan yaratılıştan gelen bir üstünlük veya zayıflık olmadığı görülmektedir. Kadınlık ve erkeklikten bağımsız olarak, “insan” olarak yaratılmış olmak, bizatihi ontolojik açıdan eşitliği gösterir. Kadın veya erkek fark etmeksizin insan olarak aynı öze, aynı ontolojik değere sahip olarak, bu eşdeğerliliği toplumsal hayat içinde korumak üzere kadınların yasal eşitliğe ve aynı imkan ve fırsatlara sahip olması ise kaçınılmazdır.14 İslam’ın kadın ve erkeğe bakışı da bu açıdan önemlidir. İslam kadına ve erkeğe “insan” cihetinden bakarak, işlevsel bir yaklaşımla kadın ve erkek arasında görev taksimi yapmakta, yapabilecekleri şeyler bakımından bir fark gözetmektedir.15 Kadın ve erkeği birbirini dengeleyen ve tamamlayan bir bütün olarak ele almakta, “iki eşin birbirine indirgenemeyen, birbirinde erimeyen ama birbirinden ayrı da düşmeyen birer varlık dünyasına sahip olduğunu kabul eden bir yaklaşımla, “Kadınlar, erkeklerle birlikte bir bütünü tamamlayan diğer yarıdır.” buyrulmaktadır.16 Bu nedenle, kadın-erkek arasındaki ilişki, İslami açıdan değerlendirildiğinde gerek aile içerisinde gerek karşılıklı ilişki bakımından hiyerarşik bir üstünlük olmadığı, bunun işlevsellik ve görev bakımından farklılık olduğu görülmektedir.

2014 yılında Türkiye’de kadının sosyo-kültürel, ekonomik ve siyasal durumunu incelemek üzere yayınlanan “Değişen Türkiye’de Kadın” 17kitabı için Türkiye’de 26 ilde toplam 5036 kadınla gerçekleştirilen araştırma raporunun verilerine bakıldığında, farklı toplumsal çevrelerden kadınların kadın-erkek eşitliği konusundaki düşünceleri sorulmuştur. Kadınların %50’sinin kadın ve erkeğin birbirine eşit olduğuna, %23’ünün ise kadın ve erkeğin birbirine eşit değil, birbirinden farklı olduğuna inandığı görülmüştür.18 Araştırmadan çıkan % 50’lik oran, cinsler açısından insan olmak bakımından indirgemeci bir cinsiyet eşitliğinin değil, insan olmak cihetinden toplum nezdinde bir eşdeğerliliğin ve kadın ve erkeğin yasalar önünde eşit birer vatandaş olduğunu yansıtmaktadır. Dolayısıyla, burada dikkat edilmesi gereken en mühim husus, esas olanın cinslerin farklılıklarından ve fıtri özelliklerinden beslenen, ve salt eşitlik ile kadının sosyo-ekonomik açıdan giderilemeyen mağduriyet ve pozisyon kaybına karşılık, olması gereken, zorunlu bir adalet anlayışının öncelenmesidir. Böylece, bu kapsamda toplumsal cinsiyet adaleti, geniş kapsamlı ve eşitliğin içkin olduğunu vurgulayan bir terimdir.

İslami açıdan konu değerlendirdiğinde, bazı ayetler tartışma konusu yapılmaktadır. İslami açıdan gündeme getirilen Nisa 4/34 ayetinde “erkekler kadınlara kavvamdır”19 ifadesi, görev dağılımı itibariyle ailenin sorumluluğunu erkeğe yüklemektedir. Kadın ve erkeği işlevsel olarak ele almakta ve burada verilen önceliğin bir mahiyet önceliği değil, bir görev önceliği olduğu görülmektedir.20 “Erkek ve kadının yaradılışındaki bazı farklılıklar, erkeğin bazı konularda bir “primus inter pares” konumuna, “eşitler arasında öncelikli” gelmesini gerektirebilir. Derhal belirtelim ki, bunlar da “görevler” ve “külfetler” konusundadır. Erkeğe karşılıksız ve külfetsiz ayrıcalıklar, imtiyazlar bağışlanmış değildir. Bir “öncelik” tanınmış ise, bu mutlaka erkeğe yüklediği bir görev, bir külfet vardır ve bu görevin gerektirdiği gibi yerine getirebilmesi için erkeğe bir “eşitler arasında öncelik” durumu tanınmıştır.”21 Geleneksel kodlardan beslenen ataerkil yapı, bir üstünlük olarak kabul etmekte ve kadından itaat etmesini beklemektedir. Görev ve sorumlulukları itibariyle birbirinin tamamlayıcıları olduğunu söyleyen ilahi kelam, itaati erkeğe değil, ilkeye beklemektedir.

Her kurumsal yapı gibi aile kurumunun devamlılığını sağlayacak yöneticilik görevinin erkeğe verilmesi ise asla bir hiyerarşik yapılanmayı ortaya çıkarmadığı gibi, kadın ve erkek arasında insan olmak ve Allaha kul olmak bakımından eşitliğine engel teşkil etmemektedir. Eşitlik anlayışı, aynı özelliklere sahip iki şeyin denkliğidir ve eşit iki şeyin birbiri yerine konulabilirliğini, daha net bir ifadeyle birbirinin muadili olmak durumunu açıklamaktadır. İslam bilginleri tarafından kadın ve aile konularında, eşitlik kavramına alternatif olarak sunulan bir diğer kavram ise eşdeğerliliktir. Eşdeğerlilik, iki varlığın mevcut farklılıkları ve özellikleriyle diğeri nezdindeki değerini, ağırlığını ifade eder. Köse’ye göre, kadın ve erkeğin birbiri karşısında eşdeğerlilik perspektifinden hareketle konumlandırılması, hem fıtri özelliklere, hem de pozisyonlarına ilişkin ifade bakımından daha açıklayıcı ve uygun bir

kavram olduğu görülmektedir.22 Burada ortaya koymaya çalıştığımız cinsiyet eşitliği kavramının mevcut çıkmazlarına karşın, toplumsal cinsiyet rollerinin dağılımında günümüz yaşam koşulları da göz önünde tutarak adil ve hakkaniyetli paylaşımı ve rol dağılımını ele alan bir kavram olarak “cinsiyet adaleti”; aile ve kadın erkek arasındaki ilişkilerde ve toplumsal hayatın dizaynında hakkaniyetli, adaletli, ölçülü, dengeli ve insaflı olmak durumunu ifade etmektedir. Bu kavram, kadın sorunlarına sonuç odaklı bir çözüm arayışının sonucu olarak ortaya konulmuştur. Örneğin; aynı işlerde çalışan kadın ve erkek cinsinin iş dağılımında “eşitlik” söz konusu olacaktır, ancak sonrasında kadın cinsinin hamilelikle birlikte ortaya çıkan annelik vasfı dolayısıyla emzirme gibi bir takım fıtri sorumlulukları gereği, kadının aynı işte çalıştığı erkek cinsinden farklı olarak sorumluluk bakımından adil bir düzenlemeye ihtiyacı olacaktır. Bu noktada yetersiz kalan “eşitlik” kavramına karşın “adaleti” kavramı, bu gibi kadının faydasına olacak hakkaniyetli bir paylaşımı sağlamış olacaktır.

Genellikle, toplum hayatında kurulan yapılar ve uygulamalar erkeklerin ihtiyaçlarına göre düzenlenmekte ve kadınların ihtiyaçlarını görmezden gelmektedir. Bu durum, kadınları erkeklerle birlikte eşitlik için mücadele etmeye itmekte ve erkeklere göre düzenlenmiş olan bir sistemde erkeklerle aynı seviyeyi yakalamaları için zorlamaktadır. Dolayısıyla, eşitlik için verilen bu mücadele halen kadınların kendilerine has özelliklerini ve ihtiyaçlarını gözetmekten aciz kalmaktadır. Toplumsal cinsiyet adaleti eşitlik için verilen mücadeleyi gözeterek, kadın hakları konusunda kadınların özel durumlarını dikkate alacak daha kapsamlı bir yaklaşım geliştirmeye çalışmaktadır. Toplumsal cinsiyet adaleti, kadını korurken erkek cinsini de mağdur etmeyecek, toplumsal refahı önceleyen bir düzenin geliştirilmesi noktasında yapıcı uygulamaları beraberinde getirecektir. Bu veçheden bakıldığında, “cinsler arası iş bölümü, dolayısı ile dünya hayatını düzenleyen hükümler açısından bazı ‘nüans`lar oluşu; İslam`da ve dolayısı ile İlah-i Tabii Hukuk`ta kadının hor görülüşü anlamında değildir.”23

Sonuç

Yaratılıştan gelen fıtri özelliklere ters düşmeden, kadının geleneksel ve moderniteden kaynaklı tüm bu sorunlarını giderecek ve toplumsal hayatta var olmasını sağlayacak “adalet anlayışı”nın toplumda yerleştirilmesi gerekmektedir. Elbette, fizyolojik ve ruhsal farklılıkları görmezden gelen, yalnızca yasal ve politik uygulamaların eşitlik getirmesini beklemek ise eşyanın tabiatına aykırıdır.24

“Eşitliği tartışmaya açmak, bu noktadan geriye adım atmak anlamına gelmez. Aksine bunun ötesine giderek kadının bir yandan geleneksel değerlerden, bir yandan da bizzat moderniteden kaynaklanan mağduriyetini giderecek bir yaklaşıma dikkat çekmek anlamına gelir. Bu yaklaşım, kadının doğası ile ters düşmeden toplumsal hayatta sağlıklı bir şekilde var olmasını sağlayan adalet anlayışıdır. “Adalet”, insanlar arasındaki farklılıkların gözetilerek, bu farklılıkların dezavantaja dönüşmediği cinsiyetler üstü bir düzeni ifade eder.”25

Toplumsal cinsiyet adaleti kavramının kadın haklarının dünya çapında gelişimi konusuna yeni bir perspektif ve ivme katacağı makale boyunca feminist yaklaşımlara yönelik eleştirel çerçeveyle birlikte eşitlik/farklılık dikotomisi üzerinden vurgulanmıştır. Bu makale, kadınların siyasi ve yasal haklarıyla ilgili olan yasal kazanımları göz ardı etmemektedir. Bir diğer ifadeyle, adalet kavramına vurgu yapmak eşitliği bir kenara bırakmak değildir. Eşitlik gereklidir, ancak kadınların ve erkeklerin sosyal, siyasal ve ekonomik hayatlarında adaletin tesis edilmesi noktasında yeterli değildir. Dolayısıyla, (hepsini kapayan bir kavram olarak) eşitliği içeren ancak sosyal rollerde ve pratiklerde kadınlar ve erkekler için eşitliğin ötesine giden toplumsal cinsiyet adaleti yaklaşımını veya anlayışını tesis etmek bugünün modern toplumları için bir gerekliliktir.


KAYNAKLAR:

1 Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Avrupa Birliği’nde Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Ana Plan ve Politikalara Yerleştirilmesi: Hollanda, Romanya ve Türkiye Örneklerinin İrdelenmesi, Ankara, 2011, s.4

2 Rai, S. (2003). Mainstreaming Gender, Democratizing The State? : Institutional Mechanisms For The Advancement Of Women. (Manchester: Manchester University Press, 2003)

3 Gülnur Acar-Savran, Nesrin Tura Demiryontan, Kadının Görünmeyen Emeği, (İstanbul:Yordam Kitap, 2008) s.157

4 Ania Loomba, Kolonyalizm Postkolonyalizm, [Colonialism Postcolonialism] Çev: M. Küçük. (İstanbul:Ayrıntı Yayınları, 2000)

5 Caroline Ramazanoğlu, Feminizm ve Ezilmenin Çelişkileri, [Feminism and the Paradoxes of Oppression] (Pencere Yayınları, 1998) s.7

6 Juliet Mitchel, Anne Oakley, Fatmagül Berktay, Kadın ve Eşitlik,[Women and Equality]( Pencere Yayınları, 3. Baskı, 1998) s.24

7 Aynı yerde (1998), s.26

8 Mohanty, C. T. (2008). Sınır Tanımayan Feminizm Teoriyi Sömürgeleştirmekten Kurtarmak Dayanışmayı Örmek, Çev: H. Pınar Şenoğuz, (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2008).

9 Gayatri Chakravorty Spivak, “Can the Subaltern Speak?,” in Cary Nelson, Lawrence Grossberg (eds.) Marxism and the Interpretation of Culture (Chicago: University of Illinois Press,1998), p. 271-313.

10 Cheryl McEwan, “Postcolonialism, Feminism and Development: Intersections and Dilemmas,” Progress in Development Studies, Vol. 1, No. 2 (2001), p. 93-111.

11 Nigar Demircan Çakar, “Neden Toplumsal Cinsiyet Adaleti?” [Why Social Gender Justice?], Kadın ve Demokrasi Derneği, http://kadem.org.tr/tr/neden-toplumsal-cinsiyet-adaleti/

12 Kirsten Holst Petersen and Anna Rutherford (eds.) A Double Colonization: Colonial and Post-Colonial Women’s Writing (Oxford: Dangaroo Press, 1986).

13 Saffet Köse, Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu, (Konya: Mehir Vakfı Yayınları, 2014), p. 136-137.

14 E. Sare Aydın Yılmaz, “Eşitlik Üstü Adalet” [Justice above Equality], Kadın ve Demokrasi Derneği, 13 December 2014, http://kadem.org.tr/tr/star-gazetesi-acik-goruste-yayinlanan-esitlik-ustu-adalet-baslikli-yazi/

15 Ejder Okumuş, “Ailede ve Toplumda Kadına Şiddet Üzerine” [On Violence Against Women in the Family and in the Society], Journal of Associations and Civil Society, Issue 26 (Spring 2014), p. 24.

16 Huriye Martı, “İdeal Bir Eş Olarak Hazreti Peygamber”[The Prophet as an Ideal Spouse], Küreselleşen Dünyada Aile Sempozyumu (14-16 April 2009, Balıkesir), TDV Yayınları, Ankara 2010, p. 3.

17 Havva Çaha, E. Sare Aydın, Ömer Çaha, Değişen Türkiye’de Kadın: Türkiye’de Kadının Sosyo-Kültürel, Ekonomik ve Siyasal Durumu Araştırması [Women in a Changing Turkey] (Istanbul: The Women and Democracy Association Press, 2014).

18 Havva Çaha, E. Sare Aydın, Ömer Çaha (2014), p. 228.

19 Kur’an, Nisa 4/34.

20 Okumuş (2014), p.25

21 Hüseyin Hatemi, İlahi Hikmette Kadın, (Milenyum Yayınları, 2013), p. 37-38.

22 Köse, (2014), p. 137-138.

23 Hatemi (2013).

24 Yılmaz(2014).

25 Yılmaz(2014).

 

EŞİTLİK ÜSTÜ ADALET

 İstanbul Ticaret Üniversitesi Kadın ve Aile Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Yrd. Doç. Dr. Sare Aydın Yılmaz’ın Star Gazetesi Açık Görüş’te “Eşitlik Üstü Adalet” Başlıklı yayınlanan yazısı .

“Eşitlik Üstü Adalet”

Kadının toplumdaki konumunu eşitlik üzerinden tartışmaya açmak, eşitliğin kadının mağduriyetini ve haksızlığa uğramışlığını ortadan kaldırmada yetersiz kalmasındandır.

 Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip yurttaşlar olduğu anlayışıyla başlayan düşünce, zamanla “eşit işe eşit ücret” noktasına evrilmiş ve bu temel üzerinden yasalarda ve politikalarda eşitlikçi bir çerçeveye kavuşmuştur. Ancak bu hareket bir asır sonra kadınların farklı yeni talepleriyle karşılaşmak durumunda kalmıştır. Kadınların hem eşit hak talebi hem de farklılıklarından ortaya çıkan özel haklar talebi arasında yaşanan gerilim, eşitliğin kadınlar lehine gereken sonuçları vermemesinden kaynaklanmaktadır. Modernizm düşüncesinin ürettiği tek tip kadın modeli ve kadın-erkek ilişkisi anlayışı, kadını eşitlik temeli üzerinden kamusal alana dahil etmesine rağmen, dünyanın genelinde kadınlar lehine beklenen sonuçları verememiştir. Bu bakımdan kadın hareketi içinde gelişen post-feminizm yaklaşımı, modernizmin kadının farklılığını görmezden gelen tek-tipleştirici eşitlik anlayışına bir tepki olarak doğmuştur. Yirminci yüzyılda kadınların mağduriyeti bazı toplumlarda pozitif ayrımcılığı öngören politikalarla giderilmeye çalışılmıştır.

Fizyolojik açıdan kadın-erkek arasında bir eşitlik olmadığını söylemek, her mantığın kabul edeceği somut bir gerçektir. Kadınlık ve erkeklikten bağımsız olarak, “insan” olarak yaratılmış olmak, bizatihi ontolojik açıdan eşitliği gösterir. Bizler kadın veya erkek fark etmeksizin insan olarak aynı öze, aynı ontolojik değere sahibiz.  Bu eşdeğerliliği toplumsal hayat içinde korumak üzere yasal eşitliğe ve aynı imkan ve fırsatlara sahip olmamız kaçınılmazdır.

Ancak şunu unutmamak gerekir ki, insanlar veya canlıların tümü yaratılışları gereği, fıtraten farklıdırlar. Fıtrat, kadın ve erkeğin ana rahmine düştüğü andan itibaren başlayan vücut ve ruh özelliklerinin tümünü açıklayan bir kavramdır. Dolayısıyla fizyolojik ve ruhsal farklılıkları görmezden gelen yasal ve politik uygulamaların eşitlik getirmesini beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır.

Cinsiyetçiliği aşmak

Cinsiyetçi bir yaklaşımla değil, insan olmak ve temel hakların korunması açısından hukuki eşitlik kaçınılmazdır. Ancak, hukuksal ve siyasal eşitlik, geleneksel kültür tarafından beslenen erkek egemen güç ilişkileri içinde kadınları yeterince koruyamadığı gibi, mağduriyetlerini de giderememiştir. Bu bakımdan hukuksal ve yasal eşitliğin ötesine giderek, farklılıklardan doğan mağduriyetlerin giderileceği hakkaniyet ve adalet perspektifli yaklaşımların ve politikaların tesis edilmesi esastır.

“Adalet”, eşitliği de içine alan bir kavramdır.  Kadın-erkek ilişkisinde adaletten bahsetmek, eşitliğin ötesinde bir şeye vurgu yapmaktır. Modern toplum, kadınla erkek arasındaki geleneksel barikatları kaldırarak kadının her yerde var olmasını mümkün kılmıştır. Eşitliği tartışmaya açmak, bu noktadan geriye adım atmak anlamına gelmez. Aksine bunun ötesine giderek kadının bir yandan geleneksel değerlerden, bir yandan da bizzat moderniteden kaynaklanan mağduriyetini giderecek bir yaklaşıma dikkat çekmek anlamına gelir. Bu yaklaşım, kadının doğası ile ters düşmeden toplumsal hayatta sağlıklı bir şekilde var olmasını sağlayan adalet anlayışıdır.

Beşeri düzene, kadın bakış açısının katacağı yeniliğin erkek egemen toplum tarafından fark edilmesi ve bu yeniliğin desteklenmesi son derece önemlidir. Toplumsal rollerin adil paylaşılması, klasik erkek hegemonyasına karşı  “adalet” anlayışının tesis edilmesi, hukuksal eşitliğin reddi anlamına gelmeyeceği gibi, eşit bir rol dağılımı anlamına da gelmez. “Adalet”, insanlar arasındaki farklılıkların gözetilerek, bu farklılıkların dezavantaja dönüşmediği cinsiyetler üstü bir düzeni ifade eder.

İslam’ın haklar ve yükümlülükler bağlamında öngördüğü normlar da, bu adalet anlayışını yansıtır, nitekim İslâm’da adalet anlayışı, bir arada yaşamaktan ve insanlar arası ilişkilerden ortaya çıkan insan hakları temeline dayanır. Bu anlayış, John Rawls’un Bir Adalet Teorisi adlı eserini yazdığı 1970’li yılların başından itibaren genel kabul görmeye başladı. Farklılığı ve dezavantajlı grupların özel durumlarını dikkate alan bu adalet anlayışı, bugün feminist yaklaşımlar içinde baskın olan görüştür.

Post-feminist hareket

İnsan doğası üzerinden kadın-erkek eşitliği düşüncesi, feminizmin öncü ismi Mary Wollstonecraft’la birlikte iki asır önce gündeme gelen bir düşünceydi. Batı siyaset düşüncesinde kadını kamusal bir aktör olarak kabul etmeyen, dolayısıyla vatandaşlığı erkeklikle özdeş kabul eden anlayışa tepki olarak doğan Wollstonecraftçı eşitlik anlayışında, temel düşünce kadının da erkekle aynı tabiata sahip olduğunu, dolayısıyla erkekle aynı hukuksal ve siyasal haklara sahip olması gerektiğini esas alıyordu. Eşitlikçi feminist yaklaşım bu düşünce üzerinden gelişti ve on dokuzuncu yüzyılın ana akımı oldu. On dokuzuncu yüzyıl kadın hareketi, eşitlikten, aynı hukuksal ve siyasal hakların yanı sıra, aynı imkân ve fırsatlara sahip olmayı da anlıyordu.

Ne var ki, bu anlayış 1960’lardan sonra bizzat feminist hareketin içinden eleştiri odağı olmaya başladı. Bir yandan Rawls’la başlayan farklılık-duyarlı adalet anlayışı, bir yandan post-modernizmle başlayan çoğul kimlik ve hakikat anlayışı, kadın hareketinde de ciddi bir kırılmaya yol açtı. Bunun sonucunda bugün post-feminizm veya üçüncü dalga kadın hareketi olarak bilinen, kimlik ve farklılık üzerinden seyreden bir anlayış gelişti. Bu anlayış bariz biçimde eşitliğe meydan okudu ve okumaya devam etmektedir. Çünkü eşitlik anlayışında erkek, ideal bir model olarak kabul edilmekte, kadınsa ona benzetilmeye çalışılmaktadır. Post-feminist yaklaşım bu bakımdan “benzerlik” üzerinden eşitlik yerine, “farklılık” üzerinden adalet kavramına ulaşmış durumdadır.

Eşit yasalar ve politikalar erkeğe göre dezavantajlı konumda olan kadınları kamusal ve siyasal yaşamda hiçbir zaman erkekle eşit konuma getirememiştir. Bunun canlı örneğini Fransa’da görmekteyiz. Fransız sisteminin üç kurucu değeri, Fransız Devrimi’nden beri “eşitlik”, “özgürlük” ve “kardeşlik” değerleri olmuştur. Ne var ki, kadınlar 1947 yılına kadar burada oy hakkına kavuşamadılar. Oy hakkına kavuştuktan sonra da 1968 yılına kadar kadınların Fransız meclisindeki oy oranı yüzde 2’nin, 1997 yılına kadar da yüzde 6’nın üzerine çıkamadı. Fransa Anayasa Mahkemesi 1982 yılında Parlamento’nun çıkardığı, kotayı öngören yasayı eşitliğe aykırı bularak iptal etmiştir. Fransa’da “farklılık” üzerinden adalet anlayışı için mücadele eden kadınların karşısına, soyut eşitlik düşüncesini savunan başka kadınlar dikilmiş ve bu talebi sisteme meydan okuma olarak algılamışlardır.

Modernitenin mağdurları

Fransa gibi katı seküler laikliğin yaşandığı bir ülkede durum böyleyken, Türkiye’de ne yazık ki modernizm şablonu içinde gelişen bir kadın hareketi söz konusu olmuştur. Bu kadın hareketi tüm kadın meselesini, erkeğin işgal ettiği kamusal alana yasal eşitlik üzerinden dahil olma mücadelesinden ibaret gördü ve halen de görmeye devam ediyor. Bunu yaparken aynı zamanda son derece elitist ve ayrımcı uygulamalara da imza attı. Tüm kadın haklarını ve mücadelesini, sadece kendisine benzeyen kadınların mücadelesiyle sınırlı gördü.  “Eşitlik” ve “adalet” gibi kavramlar gündeme geldiğinde ortaya çıkan tepkinin, Türkiye’deki,  çağın gidişatıyla ve toplumun ihtiyaçlarıyla uyumlu kadın hareketinin dışında, konuya salt eşitlik üzerinden bakan kadın hareketinin tutum ve karakterinden kaynaklandığını da unutmamak gerekir. Bu hareket içinde yer alan bazı kadınlar ne yazık ki uluslararası düzeyde gelişen kadın hareketleri içindeki tartışmaların gerisinde seyretmekte; on dokuzuncu yüzyılın kalıplarıyla konuyu tartışmaya devam etmektedirler.

Son kertede, bir şeyi, bir işi hakkaniyet ve insaf ölçülerine göre yapmak anlamını taşıyan  “Adalet” kavramına vurgu yaparken, yasal ve politik eşitliği bir kenara bırakmıyor, aksine eşitliği içkin, ancak soyut eşitlik anlayışının ötesine giden bir adalet anlayışına vurgu yapmaya çalışıyorum. Bu anlayış gerektiğinde kadına karşı pozitif ayrımcı adımlar atabilir; gerektiğinde kadın ve erkek rollerini ve yükümlülüklerini toplumun ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn etmeyi talep edebilir.